Bazen bir kelimenin ağırlığı, koca bir ömrün yükünden daha ağır gelir insana. O kelime, yıllarca içimizde yankılanıp durur, duvarlara çarpan bir fısıltı gibi; kaçmaya çalışsak da peşimizi bırakmaz. Ta ki bir gün, kendi sesimizle onu dile getirene kadar. O an, kelimenin içerdiği her harf, ağırlığınca bir felaket gibi çöker üzerimize. Türkiye’de binlerce insan, adını koyamadığı bir odada büyür; duvarları görünmez, ama içeride nefes almak dahi zordur. O oda, ailenin salonunda, misafir odasında, mutfağında, sofrada herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı boşluktur.

O boşluğun içinde büyüyenler, yıllarca nefeslerini tutarak yaşamayı öğrenirler. Anneler, oğullarına baktıklarında sanki gözlerinin önünde bir aynaya bakıyorlarmış gibi hissederler ama aynanın içindeki görüntü bulanıktır, netleştirmek istemezler. Babalar, sessizliği kalın bir örtü gibi serer sofraya, kelimeler boğazlarında düğümlenir ama hiç kimse bıçağı eline alıp düğümü çözmeye yeltenmez. Oğul, yıllarca doğru anı bekler, cümlelerini yeniden ve yeniden kafasında tartar, doğru tonu, doğru kelimeyi arar. Ama doğru an, doğru kelime diye bir şey yoktur aslında. Çünkü bazen bir gerçeği söylemek, onun kabul edilmesini sağlamaz; aksine, onun reddedilişini daha sert bir yankıya dönüştürür.

Türkiye’de aile, her şeyden önce bir düzen, bir alışkanlık, bir kalıptır. İçinde yer alan herkesin o kalıbın şekline uyması beklenir. Oysa bazı insanlar, doğdukları şeklin içine sığmazlar. Çocuklukları boyunca, o kalıba girmeye çalışarak yaşarlar ama ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, her zaman biraz dışarı taşarlar. Bir gün artık taşmanın kaçınılmaz olduğunu, şekillerin içlerine sığamayacaklarını fark ederler. O gün, karar verdikleri gündür. Ama karar vermek, özgürleşmek değildir. Karar vermek, savaşın yeni başladığını anlamaktır.

Oğul, günlerce düşünür. Annesinin başına örttüğü örtünün, aslında tüm gerçekleri saklayan bir perde olduğunu, onun ardında yıllardır bekleyen bir korku yattığını bilir. O perdeyi kaldırmaya karar verdiğinde, yalnızca kendisi için değil, annesi için de korkar. Annesi, bu gerçekle ne yapacağını bilecek midir? Yoksa o perdeyi hızla kapatıp, olan biteni unutmaya mı çalışacaktır? Yıllarca ailesinin dini inancına saygı duyarak yaşamış, oruç tutmuş, namaz kılmıştır. Ama Allah’ın sevgisinin, bir annenin sevgisinden daha koşulsuz olduğunu öğrenmesi ona pahalıya mal olmuştur. Onun için bu konuşma, bir itiraf değil, bir varoluş ilanıdır.

Fakat bazen bir kelime, bir bedenin taşıyamayacağı kadar ağır olabilir. “Ateist” dediği an, annesi önünde dizlerinin üzerine çöker. O an, annenin yere düşen gövdesiyle birlikte, oğlunun içinde yıllardır kurmaya çalıştığı dünya da yıkılır. Annesinin nefesi kesilir, gözleri boşluğa bakar ve dizlerinin bağı çözülürken, sanki gerçeklik de çözülen bir düğüm gibi dağılır. Belki de oğulun en çok korktuğu şey budur: Annesinin sevgisinin koşulsuz olmadığını görmek. Çünkü biz Türkiye’de büyüyen çocuklar olarak, sevgiyi hep belli kurallar içinde öğreniriz. “Eğer uslu olursan, eğer söz dinlersen, eğer yanlış yapmazsan, eğer normlara uyarsan…” Eğer, eğer, eğer. Sevgilerimizin üzerinde hep bir yıldız işareti vardır; altta okunması gereken bir dipnot gizlidir. Ve o dipnotu ilk kez yüksek sesle okuduğunda, bir annenin bayılmasına tanık olursun.

Ama burada bitmez. Çünkü asıl mesele, annenin bayılması değil, gözlerini açtığında ne yapacağıdır. Kalkıp seni kucaklayacak mıdır? Yoksa odayı terk mi edecektir? Herkesin hikayesi farklıdır. Kimi anneler, oğullarını Allah’ın yasaklı kelimelerinden birine dönüşmüş gibi görerek onlardan vazgeçer. Kimi anneler, yıllarca gözlerini kapattıkları gerçekle sonunda yüzleşmeyi kabul ederler. Ama gerçek şudur ki, hangi tepki verilirse verilsin, Türkiye’de bir annenin gözünden silinen hayal, hep bir felaket gibi yankılanır. Çünkü o ana kadar, her anne oğlunu kendi elleriyle yaratılmış bir hikaye gibi görmüştür. Ve şimdi, o hikaye onların kontrolünden çıkmıştır.

Bu yüzden Türkiye’de birçok insan, hiçbir zaman kendi annesinin gözlerinin içine bakarak konuşamaz. Sessizliği seçerler. Kendi hayatlarını, ailelerinin onlara çizdiği sınırların içinde kaybolmadan sürdürmeye çalışırlar. Ama gerçek şu ki, insan kendi hikayesini anlatmazsa, başkaları o hikayeyi onun yerine yazmaya devam eder. Ve çoğu zaman, o yazılan hikaye, gerçeğin çok uzağında olur.

Oğul, annesi yere düştüğünde onun kalkmasını bekler. Ama o kalkana kadar, kendi ayakta kalmaya devam etmek zorundadır. Çünkü sessizlik içinde kaybolmamak, ancak kelimeleri yüksek sesle söylemeye devam etmekle mümkündür. Ve o gün, annesi ister kabul etsin, ister etmesin, oğul kendi hikayesini yazmaya başlamıştır.