Dergin mi var? Derdin var. Bu cümle, Nazım Hikmet Polat’ın konuşmasında yalnızca bir kelime oyunu değil, aynı zamanda bir çağrının, bir sorumluluğun, bir hesaplaşmanın kapısını aralayan yüklü bir beyan olarak yankılandı salonda. Kalabalığın arasında nefes alan her zihin, bu cümlede kendi yarasını, kendi yalnızlığını, kendi arayışını gördü. Zira dergi çıkarmak, yalnızca birkaç yazı basıp birkaç fikir yayımlamak değil; bir zaman ruhuna ayna tutmak, geçmişin izlerini geleceğe taşıyacak kadar derin bir iz bırakmaktır. Türkçe düşünmenin ve Türkçe sanat yapmanın mahremiyetine dokunmak isteyen her fikir işçisinin ilk meskeni bir dergi kapısıdır. Fakat bu kapıdan içeri adım atmak, bir mabede girmeye benzer; ayakkabılarla değil, önyargılarla değil, kalbin en saf çırpınışıyla girilir. Nazım Hikmet Polat’ın sesinde, yalnızca akademik dergiciliğin meseleleri değil, Türklük bilimi adı verilen o kadim ve kırılgan alana duyulan vefasızlık da dile geldi. 1888 yılında Ahmet Mithat Efendi’nin Bursa’da konuşulan Türkçeyi en güzel Türkçe olarak görmesi, bugünün taşlaşmış, yabancılaşmış dillerinden ve kelimesizliğinden daha anlamlıdır. Çünkü konuştuğumuz gibi yaşamıyoruz artık. Kelimelerimiz bizden uzaklaştıkça, dergilerimiz de bizden uzaklaşıyor. Dergiler artık parayla yaşatılmak istenen solgun birer bitki gibi. Oysa hakikatin yeşermesi, yalnızca toprakla değil, dirayetle, inatla, aşkla mümkündür.
Nazım Hikmet Polat’ın konuşmasında akademik makalelerdeki iki temel soruna -kalite ve hakemlik- dair söyledikleri, aslında yalnızca akademik alanı değil, genel anlamda Türkiye’deki düşünce üretiminin sancılarını özetliyordu. Çünkü düşünmek, yalnızca bir yeti değil, aynı zamanda bir emektir. Ve bu emeğin kıymetini bilen çok az insan kalmıştır. Hakemler yazıya sadece bakmakta, onu duymamakta, hissedememekte, yalnızca bir prosedürü yerine getirmektedirler. Bu, bir yazıyı değil, bir zihniyeti öldürmektir. Nitelik yerine nicelik, derinlik yerine yüzeysellik hâkim olduğunda, ne hakikat kalır geriye ne de hafıza. Dergicilik bu bağlamda yalnızca bir yayıncılık faaliyeti değil; bir ahlak, bir sadakat, bir hafıza biçimidir. Mustafa Kutlu’nun, Dergâh dergisini kapatırken söylediği, "Sadece şiir gönderenler abone olsaydı dergi batmazdı," cümlesi, bir kültürün hem trajedisini hem de trajikomedisini içerir. Çünkü yazan çok, ama okuyan yok. Fikir talep eden çok, ama o fikrin peşinden yürüyen yok. Yazıya inanmış olan çok, ama yazıya sadakat göstermeyen daha da çok. Kalemin ucundaki titrek ses, çoğu zaman koca bir karanlığın ortasında yankısız kalıyor. Ve her yankısızlık, bir yazarın yalnızlığına, bir düşünürün çığlığına dönüşüyor.
Celal Fedai’nin konuşması, Nazım Hikmet Polat’ın içe dönük ve Türkçe merkezli kültürel çığlığına karşı, dışa dönük, ideolojik arayışlarla dolu bir edebiyat panoraması çizdi. Sol düşünceyle yoğrulmuş dergiciliğin serencamını anlatırken kullandığı her örnek, bir çağın kırılma anlarına, bir milletin yönsüzleştiği kavşaklara işaret etti. Aydınlık Dergisi’nin, “Mukaddesatımıza yeniden hâkim olabilmek için, gerekirse şeytanla bile ittifak yaparız,” sözü, yalnızca dönemin siyasi gerilimini değil, aynı zamanda düşünce dünyasının etik krizini de özetliyordu. Çünkü hakikatin peşinden gitmekle, gücün peşinden gitmek arasındaki fark, yalnızca ahlakî bir fark değil, medeniyet kurucu bir farktır. Karl Radek’in teorilerinden esinlenerek solun Türkiye’de nasıl derinleştiğini anlatan Celal Fedai, aslında bizde neden gerçek anlamda bir işçi sınıfı olmadığını, neden bu toprakların Marksist reçetelere tam manasıyla cevap veremediğini de sorguluyordu. Çünkü her ideoloji, kendi toplumsal karşılığını bulduğu ölçüde yerleşir; aksi hâlde yalnızca kopyadır, yalnızca bir yankıdır, yalnızca bir maske.
1950’lere gelindiğinde, edebiyat dünyasında başka bir yarılma yaşanır. İkinci Yeni şiirinin ortaya çıkışı, yalnızca biçimsel bir arayış değil, aynı zamanda düşünsel bir tefekkürdür. Cemal Süreya’dan Edip Cansever’e, Ece Ayhan’dan Turgut Uyar’a kadar birçok şair, kelimenin anlamını yeniden kurmak, imgenin yapısını bozarak hakikati daha içeriden, daha dolaylı biçimde sezdirmek ister. Bu, toplumcu gerçekçilik çizgisinde yürüyenler için bir sapma gibi algılanır. Özellikle İsmet Özel gibi şairler, İkinci Yeni’nin bu poetik yönelişini "gerçeklikten kopuş" olarak değerlendirirken, bir tür lirik burjuvazinin şiirsel izdüşümünü gördüklerini belirtirler. Ancak her estetik hareket gibi İkinci Yeni de kendi tarihî-toplumsal bağlamında anlamlıdır. Çünkü o yıllarda bireyin yalnızlığı, kentleşmenin getirdiği yabancılaşma, modern çağın içsel buhranı, soyut imgelerle daha sahici bir şekilde ifade edilebilmiştir.
Bugün geldiğimiz noktada dergiler, yalnızca birer yayın organı değil; aynı zamanda bir varoluş mekânı olarak yeniden değerlendirilmeli. Halkın Dostları, Yön, Resimli Ay, Dergâh, Edebiyat Dostları... Her biri farklı bir ruh hâlini, farklı bir ideolojik çizgiyi, farklı bir şiir anlayışını taşıdı; fakat hepsinin ortak paydası, hakikat arayışında birer durak oluşlarıydı. 1971 muhtırasıyla kapanan Halkın Dostları, yalnızca bir derginin değil, bir devrin, bir rüyanın, bir direnmenin de kapanışıydı. Dergiler yalnızca baskı süreciyle değil; ideolojik baskılarla, ekonomik kısıtlamalarla, okur ilgisizliğiyle ve entelektüel yalnızlıkla da mücadele ederler.
Bugün yeni bir dergiye başlayan bir genç, belki bunu prestij için yapmaz; ama o dergide yayımlanacak bir yazı, bir şiir, bir fikir, gelecekte bir milletin hafızasına dönüşebilir. Çünkü fikirler önce dergilerde dile gelir, sonra kitaplara girer, oradan da zihinlere ve nihayet tarihe yerleşir. Dergiler, çağın nabzını tutan hassas parmak uçları gibidir. Eğer bir toplumun dergileri körleşmişse, o toplumun zihni de körelmiş demektir. Eğer bir toplumun dergileri susturulmuşsa, o toplumun sesi de kısılmıştır.
O hâlde soruyu bir kez daha soralım: Dergin mi var? Derdin var. Ama o dert, sana yük değil; sana yön gösteren bir pusuladır. O pusula, seni yalnızca yazar yapmaz; seni taşıyıcı, seni arayıcı, seni hakikatle buluşturacak bir yolcuya dönüştürür. Her dergi, bu yolculuğun ilk durağıdır. Ve biz, bu durakları çoğaltabildiğimiz sürece, yürüyebileceğiz. Çünkü yürümek için önce düşünmek, düşünmek için önce yazmak, yazmak içinse önce bir dergiye inanmak gerekir. İnanalım. Yazalım. Dirilelim.