
Yaşam, çoğu zaman dikkatle şekillendirilmiş bir yüzey gibi görünse de altında derin bir sarsıntının, sürekli kımıldayan bir hakikatin titreşimi hissedilir. O titreşim, insanın varoluşuna sinmiş olan ölümün, sadece sona ait bir kapanış olmadığını, belki de başlangıcın en sarsıcı biçimi olduğunu fısıldar; çünkü ölüm, suskunluğun en gürültülü hâlidir ve hayat dediğimiz şeyin, onun gölgesinde olgunlaştığını unutmak, insanın kendi köklerini inkâr etmesidir. Ne zaman ki insan yaşadığını zannettiği anda aslında neyi yaşamadığını fark eder; işte o an, ölümle tanışıklığın kapısı aralanır, çünkü ölüm sadece bir yokluk değil, aynı zamanda bir çağrıdır. Bu çağrı, ruhun derinlerinde yankılanan ve hayatın bütün perdesini delip geçen bir ses gibidir; ne kadar bastırılırsa bastırılsın, bir gün bir gözyaşının tuzunda, bir sessizliğin içinde, bir vedanın ardından açığa çıkar.
Ölümün dokunuşu, yalnızca bedenle sınırlı kalmaz; o dokunuş geçmişi, şimdiyle ve gelecekle bağlayan bir zincir gibi ruhu sarar. İnsan, her gün biraz daha eksilirken, bu eksilmenin adını koymazsa, yaşamı yanlış bir adla çağırmaya başlar; çünkü adı konmamış her gerçeklik, bir körlüğe dönüşür. Oysa ölüm, adı bilinen bir bilgeliktir; ona hazırlanmak, sadece bir ritüel değil, aynı zamanda bir ruh terbiyesidir. Her gün biraz daha ölüme yaklaşırken, bunu hissetmeyen bir bilinç, zamanın sadece takvimde ilerlediğini sanır; hâlbuki ölüm, kalbin içinde bir saat gibi işler. Dakikalar ruhu törpülerken, insan kendini sabırsızca yaşamın köşelerine savurur ve orada kaderin ona biçtiği anlamı kaçırır. Çünkü kader, bir yazgıdan öte, insanın seçimleriyle şekillenen bir aynadır; o aynaya bakabilmek için cesaret gerekir, çünkü ölümün yansıması orada en çıplak hâliyle görünür.

İnsan düşüncesi, çağlar boyunca değişen, dönüşen ve kendini sürekli yeniden inşa eden bir akışın içinde var olmuştur. Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen fikirler, medeniyetleri şekillendirmiş, toplumların yönünü belirlemiş ve insanın varoluşunu anlamlandırmasına aracılık etmiştir. Ancak bu akış içinde kimi zaman düşüncenin kendisi bir pranga haline gelmiş, insanı özgürleştirmesi gereken fikirler, onu bir kalıba hapseden araçlara dönüşmüştür. Entelektüel dünyada var olmak isteyen insan, bir noktadan sonra sadece düşünmenin yeterli olmadığını, düşüncenin hangi kaynaktan beslendiğinin, nasıl şekillendirildiğinin ve neye hizmet ettiğinin de önemli olduğunu fark eder. Düşünceyi sadece bir bilgi birikimi olarak görmek, onun özündeki dinamizmi ve dönüşme yetisini göz ardı etmek anlamına gelir. Zira düşünce, yalnızca öğrenmekten ibaret değildir; aynı zamanda eleştirel bir bakış açısına sahip olmayı, sorgulamayı ve gerektiğinde kabul edilen doğrulara karşı yeni yollar açmayı gerektirir.
Düşüncenin akışkan ve özgür yapısı, kimi zaman toplumlar tarafından tehdit olarak algılanmış, sistemler ve ideolojiler tarafından kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bir fikrin savunucusu olmak, çoğu zaman onu mutlak bir doğruya dönüştürme çabasıyla birlikte gelir. Bu da düşünceyi canlı bir organizma olmaktan çıkarıp katılaşmış, sorgulanamaz dogmalara dönüştürme riskini doğurur. Oysa hakikat, tek bir görüşe indirgenemez, tek bir ideolojinin sınırları içine hapsedilemez. Bir fikrin değerli olması, onun insanı ve toplumu ileriye taşıyıp taşımadığıyla ölçülmelidir. Eğer düşünce, insanı köreltiyor, onu tek bir pencereden bakmaya zorluyor ve farklı perspektifleri reddediyorsa, o artık bir bilgi kaynağı olmaktan çıkıp bir inanç sistemine dönüşmüş demektir.
Devamını oku: Düşüncenin Özgürlüğü, Evrimi ve Toplumsal Dönüşüm

Zaman, görünmeyen bir ustanın ellerinde şekillenen ince bir sanat eseridir. Hiç kimse bir taşın yıllar içinde nasıl pürüzsüzleştiğini an be an gözlemleyemez; ancak rüzgârın ve suyun sabrı, sonunda en sert kayayı bile yontar. İnsan hayatı da böyledir. Doğduğumuz anda elimizde bir kâğıt yoktur, hiçbir şey yazılı değildir. Ama yaşam, kendi kalemiyle kaderimizi şekillendirirken, biz çoğu zaman bu yazıya direnç gösteririz. Kimimiz sabırla bekler, kimimiz isyan eder, kimimizse akışın içinde kaybolur. Sabır, şükür ve kader; birbirine sıkıca bağlı, ama çoğu zaman kavranması en zor olan kavramlardır.
Sabır, gözle görülmeyen bir kuyumcu gibi insanı işleyerek dönüştürür. Ama bu işlenme süreci kolay değildir. Çünkü sabır, yalnızca durup bekleyiş değildir; içinde derin anlamlar barındıran aktif bir direniştir. Bir çocuğun büyüyebilmesi için yıllar gerekir, ama bu yıllar boyunca beden sadece şekil almaz; ruh da acılarla, kayıplarla, sevinçlerle, umutlarla yoğrulur. Sabır, sadece beklemek değil, bekleyiş sırasında dönüşebilmektir. Zamanın bize sunduğu şekillenme sürecini kabullenmeden sabırdan söz etmek mümkün müdür? Eğer bir dağ, yüzyıllar boyunca rüzgâr tarafından aşındırıldığını anlamıyorsa, ona “sabırlı” diyebilir miyiz? İşte insan da böyle bir sınavdan geçer; bazen sürecin farkına varır, bazen de kendini bu akışın içinde kaybeder.