Yaşam, çoğu zaman dikkatle şekillendirilmiş bir yüzey gibi görünse de altında derin bir sarsıntının, sürekli kımıldayan bir hakikatin titreşimi hissedilir. O titreşim, insanın varoluşuna sinmiş olan ölümün, sadece sona ait bir kapanış olmadığını, belki de başlangıcın en sarsıcı biçimi olduğunu fısıldar; çünkü ölüm, suskunluğun en gürültülü hâlidir ve hayat dediğimiz şeyin, onun gölgesinde olgunlaştığını unutmak, insanın kendi köklerini inkâr etmesidir. Ne zaman ki insan yaşadığını zannettiği anda aslında neyi yaşamadığını fark eder; işte o an, ölümle tanışıklığın kapısı aralanır, çünkü ölüm sadece bir yokluk değil, aynı zamanda bir çağrıdır. Bu çağrı, ruhun derinlerinde yankılanan ve hayatın bütün perdesini delip geçen bir ses gibidir; ne kadar bastırılırsa bastırılsın, bir gün bir gözyaşının tuzunda, bir sessizliğin içinde, bir vedanın ardından açığa çıkar.
Ölümün dokunuşu, yalnızca bedenle sınırlı kalmaz; o dokunuş geçmişi, şimdiyle ve gelecekle bağlayan bir zincir gibi ruhu sarar. İnsan, her gün biraz daha eksilirken, bu eksilmenin adını koymazsa, yaşamı yanlış bir adla çağırmaya başlar; çünkü adı konmamış her gerçeklik, bir körlüğe dönüşür. Oysa ölüm, adı bilinen bir bilgeliktir; ona hazırlanmak, sadece bir ritüel değil, aynı zamanda bir ruh terbiyesidir. Her gün biraz daha ölüme yaklaşırken, bunu hissetmeyen bir bilinç, zamanın sadece takvimde ilerlediğini sanır; hâlbuki ölüm, kalbin içinde bir saat gibi işler. Dakikalar ruhu törpülerken, insan kendini sabırsızca yaşamın köşelerine savurur ve orada kaderin ona biçtiği anlamı kaçırır. Çünkü kader, bir yazgıdan öte, insanın seçimleriyle şekillenen bir aynadır; o aynaya bakabilmek için cesaret gerekir, çünkü ölümün yansıması orada en çıplak hâliyle görünür.
Hayatı ölümle anlamlandırmak, bir korkunun değil, bir bilgeliğin işaretidir. Bilge olan korkmaz, hazır olur; hazırlıklı olan telaş etmez, tevekkül eder. Çünkü ölüm, kendisine hazırlıklı olan için bir düşüş değil, bir yükseliştir; insan, toprağa gömülürken göğe yakınlaşır. Her mezar, sadece bir bedenin değil, aynı zamanda bir hikâyenin son noktasıdır; ama bu nokta, aslında başka bir cümlenin ilk kelimesidir. Ölümle vedalaşmak, yalnızca bir kayıpla değil, bir varoluş çağrısıyla karşılaşmaktır. İnsan, hayatı boyunca birçok şeyi erteler ama ölümü hiçbir zaman erteleyemez; çünkü ölüm, hayatın son kelimesi değil, hakikatin ilk harfidir. Bu harfi okuyabilmek, gözle değil kalple mümkündür; kalbi kararmış olan, ölümün aydınlatıcı yüzünü asla göremez. Ölüm, ışıksızlık değil; gölgenin içinde parlayan bir kıvılcımdır, o kıvılcım, ruhun kendini hatırladığı andır.
Her şeyin hızlandığı, unutmanın meziyet sayıldığı bir çağda, ölümün bilgeliği bir yük gibi görülür. İnsanlar acıyı yok sayarak mutlu olabileceklerine inanırlar; oysa yok sayılan her ölüm, ruhun bir yerinde çürümeye başlar. Ölümle yüzleşmemiş bir bilinç, eksik bir bilinçtir; çünkü ölüm, tamamlanmanın ta kendisidir. İnsan bir sabah uyanıp gökyüzüne baktığında, bulutların gölgesinde kaybettiği bir dostun nefesini hissedemezse, yaşamın dokusunu da hissedemez. Her kayıp, yaşamı daha derin bir yerden duymaya vesile olabilir; ama yalnızca hatırlayanlar için. Hatırlamayanlar, sadece yaşamın değil, ölümün de yabancısı olurlar. Bu yüzden ölüm, hatırlamanın en yüksek biçimidir. Hatırlayan insan, şükreder; şükreden insan, kaderle barışır; kaderle barışan insan ise sabra tutunur.
Sabır, zamanın en derin diliyle konuşur; aceleci olan, bu dili asla öğrenemez. Sabır, bir bekleyiş değildir; sabır, anlamanın kendisidir. Suyun taşı delmesi gibi, zaman da insanın içini sabırla oyduğunda, ortaya çıkan şekil, ruhun hakiki formudur. Şükür ise sabrın çiçeğidir; eğer sabırla içte bir bahçe kurulmuşsa, o bahçede şükür açar. Şükretmek, sadece sahip olunanlara değil, kaybedilenlere de içten bir teşekkürdür; çünkü kayıplar, aslında kazançların pusulasıdır. Şükretmek, bir teslimiyet değil, bir farkındalıktır. Ve bu farkındalık, insanı ölüme değil, hayata hazırlar. İnsan ancak şükrettiğinde, ölümle dost olabilir; çünkü şükreden, yaşamın kıymetini bilmiş, ölümün hakikatini kabul etmiş demektir.
Her sabah yeniden başlayan hayat, her akşam ölüme bir adım daha yaklaşır. Bu adımı hisseden, her akşamını bir veda, her sabahını bir selam gibi yaşar. Ve bu selam, sadece yaşama değil, ölüme de yöneliktir; çünkü ölüm, düşman değil, sırrın kapısıdır. Kapıyı çalmadan önce hazırlanmak gerek; hazırlık, sadece bir inanç değil, bir bilinç halidir. Bilinçlenen insan, ölümle değil, unutmakla savaşır. Çünkü ölüm korkutucu değildir; asıl korku, hatırlamadan yaşamaktır. Hatırlamak, ölüme hazırlanmak değil; hayata kök salmaktır. Kökleri olmayan ağaç, fırtınada devrilir. Köklerini ölüme uzatan ise, göğe yükselir.
İnsan, ölümle ilk kez karşılaştığında değil, onu ilk kez gerçekten düşündüğünde değişir; çünkü düşünmek, bir karşılaşmadan daha fazlasıdır, bir temas, bir sarsıntı, bir iç çöküştür ve bu çöküş, ruhun temelinde yankılanan ilk anlam çağrısıdır. Ölüm üzerine düşünen bir zihin, sıradan olana artık aynı gözle bakamaz; çünkü sıradanlık, ölümün varlığında geçerliliğini yitirir. Ölüm, her şeyi yerli yerine oturtan en yalın ölçektir; o ölçekte kibir, geçicilik karşısında silinir, arzu ise faniliğin duvarına çarpıp geri döner. Yaşamın sonsuzca süreceği yanılsamasına kapılan modern insan, zamanla değil, zamanın içini boşaltarak yaşar; ama ölüm, içi boşalmış her ânı birer yokluk olarak mühürler.
Bir insanın gözünden süzülen tek bir damla yaş, ölümün en gerçek yankısı olabilir; çünkü o damlada, ayrılığın sessiz haykırışı, hatıranın titreşen hatırası ve kalbin en derin kuytusunda biriken sonsuzluk arzusu vardır. Ölümle karşılaşmak, aynı zamanda kendi içimizde bir başkasıyla buluşmaktır; bu başkası, kim olduğumuzu unutturan günlük meşgalelerden sıyrılmış saf halimizdir. Ölüm, o saf halimizi yüzeye çıkaran büyük bir soyunmadır; her türlü kimlik, rol, unvan ve statü orada anlamsızlaşır. Ruh çıplak kalır; işte o an, hakikatin aynası çatlamadan önce son bir kez yüzümüzü gösterir. Çatlak aynada gördüğümüz biz değilsek, yaşadığımız da hayat değildir.
Modern dünya, ölümü depolara, morglara, beyaz duvarlı kliniklere hapsetti; çünkü ölümle göz göze gelmeye cesaret edemeyen bir toplum, ölümün izlerini silecek mekânlar üretir. Artık ölüm, evlerin başköşesinden televizyonların sessiz ekranlarına taşındı; bir bildirime, bir profil çerçevesine, bir siyah beyaz fotoğrafa indirgendikten sonra hızla unutuldu. Ama unutulan her ölüm, unutulan her geçmiş, aslında unutulan bir gelecektir. Çünkü ölülerin sesi, yaşayanların yönünü belirler. Sessizlik, sadece yokluk değil, aynı zamanda hafızanın bastırılmış yankısıdır. Bastırılan her şey gibi, ölüm de bir gün taşar ve o taşkın, insana kim olduğunu hatırlatır.
Bir kaybın ardından çalınan ağıt, sadece bir ses değil, bir zaman tünelidir; o tünelde, geçmişin derinliklerinden bugüne ulaşan bir sızı vardır. Bu sızı, bir milletin, bir kültürün, bir insanın hatırlama biçimidir. Ölüm, sadece bireysel değil, kolektif bir bilinci de tetikler. Toplumsal hafıza, ölülerle birlikte inşa edilir. Hatırlamak, yalnızca bireysel bir merhamet değil; aynı zamanda toplumsal bir adalettir. Unutulan ölüler, yitirilen adaletin sessiz tanıklarıdır. Bu nedenle yas tutmak, sadece duygusal değil, etik bir eylemdir. Her yas, bir vicdanın konuşmaya başlamasıdır; suskun kalan vicdan, yıkılmaya mahkûmdur.
Zaman, ölüm karşısında boynunu büker; çünkü ölüm, zamanın hükmünü ortadan kaldırır. En hızlı saat bile bir ölüm karşısında durur; çünkü zamanın yıpratamadığı tek şey, ölümün mutlaklığıdır. Ama zaman, ölümle karşılaşan için yeniden şekillenir. Bir kaybın ardından geçirilen her dakika, yeniden doğmuş bir zaman gibidir; o dakikalar, yaşamı daha derin hissettiren özel anlara dönüşür. Artık her gülümseme bir veda, her bakış bir hatıra, her kelime bir iz bırakır. Bu yüzden zaman, ölümle kıymet kazanır; sonsuz bir zaman anlamsızdır, çünkü anlam, sınırlı olanın içinde filizlenir. Ölüm, zamanı kutsar.
İnsan, her gün biraz daha ölür; ama bunu fark eden çok azdır. Her unutuş, bir ölüm; her ihmal, bir vedadır. En acı ölümler bile bazen gözle değil, kalple yaşanır. Bu yüzden bazı ölümler, mezarsızdır; ama en çok onlar yakar. Ölüm, yalnızca fiziksel bir sona değil, duygusal bir tükenişe de karşılık gelir. Kimi zaman bir ayrılık, kimi zaman bir dostluğun bitişi, kimi zaman bir umudun sönüşü; hepsi birer ölüm biçimidir. Yaşamın içindeki bu mikro ölümler, aslında büyük sona hazırlıktır. Kim bu küçük ölümlerle baş edemezse, büyük ölümle de barışamaz.
Tüm kutsal metinlerde ölüm, hakikatin anahtarı olarak sunulur. Onu kabul etmek, yalnızca inanç değil, derin bir teslimiyettir. Teslimiyet, boyun eğmek değil, anlamaktır. Anlayan insan, ölümü düşman olarak görmez; onu kardeşi gibi karşılar. Çünkü ölüm, kim olduğunu unutturmayan bir dosttur. Bu dostla barışmak, hayatla barışmaktır. Hayatla barışan, başkalarıyla da barışır. Ölüme yabancılaşmış toplumlar, kendilerine de yabancılaşır. Ölümle dost olmak, kendinle dost olmaktır.
Her ölüm, yaşayanlara yazılmış bir mektuptur; açıp okumaya cesaret edenler için hayatın bütün kargaşası bir anda durur, sessizlik konuşmaya başlar, gölgeler anlam kazanır ve zaman, ağırlığını hissettirir. Bu mektup, çoğu zaman gözyaşıyla mühürlenmiştir; kelimeleri kederle yazılmış, satır araları sessizlikle doldurulmuştur ve içindeki cümleler ancak iç titreşimle duyulabilir. İnsan bu mektubu okuduğunda sadece bir kaybın haberini almaz, aynı zamanda kendi varlığının nerede kırıldığını, hangi anlarda eksildiğini ve neyin gerçekten önemli olduğunu fark eder. Çünkü ölüm, sadece başkasına ait bir haber değil, sana yöneltilmiş bir sorudur: Sen nasıl yaşıyorsun?
Bu soru, cevap beklemez; seni düşünmeye zorlar, seni sarsar ve çoğu zaman cevapsız bırakır. İşte bu cevapsızlık, hakikatin başlangıç noktasıdır; sorulara hemen verilen cevaplar çoğunlukla yüzeyseldir, ama cevapsız kalan sorular ruhu içe çeker, kendine döndürür ve orada çok derin bir kuyunun başına bırakır. Bu kuyu, kişinin kendi geçmişiyle, kendi kayıplarıyla, kendi korkularıyla doludur. Her ölüm, bu kuyunun kapağını aralar. Aşağıya bakmak cesaret ister; ama bakıldığında, orada sadece karanlık değil, aynı zamanda ışığa açılan bir geçit vardır. Çünkü her kayıp, bir hatırlayış fırsatıdır. İnsan, kaybettiklerini hatırlayarak kendini inşa eder. Hatırlamayan, sadece başkalarını değil, kendini de yitirir.
Bazı ölümler kalabalıkların içinde yaşanır ama sessizdir; bazıları ise tek başına gerçekleşir ama yankısı asırlarca sürer. Bu yankı, sadece sesin değil, anlamın yankısıdır. Anlam, ancak ölümün sessizliğinde yeniden kurulur. Ölüm, duvarlara değil, vicdanlara yazılmış bir manifestodur. O manifestoyu ancak iç sessizliğine erişebilenler okuyabilir. Modern dünya, bu iç sessizliği sürekli gürültüyle bastırmaya çalışır. Oysa ruhun duyduğu her anlamlı şey, sessizliğin içinden doğar. Sessizlik, bir boşluk değil; anlamın tohumudur. Ölümler, bu tohumu sulayan gözyaşlarıdır. Her gözyaşı, bir hatırlayış, bir bağ, bir dua, bir varoluş şarkısıdır.
Dualar, ölümle birlikte daha içten söylenir; çünkü orada sahicilik perdesi kalkmıştır. İnsan, ölümle karşı karşıya geldiğinde, bütün yapaylıklarını bırakır. Gözyaşları dökülürken, kelimeler değil kalp konuşur. Bu kalpten gelen ses, evrendeki en yalın ama en derin sestir. Bu yüzden dua, ölüme verilen en asil cevaptır. Dualar sadece ölüye değil, yaşayanın kendi ruhuna da yöneltilir. Her dua bir köprü gibidir; bu dünyayla öteki arasında kurulan bir hatırlayış hattıdır. O hattı koparan toplum, sadece ölüsünü değil, ruhunu da kaybeder. Bu nedenle dua hem geçmişin yankısıdır hem geleceğin teminatı.
Bazı kayıplar, sadece aileleri değil; toplumları da etkiler. Bireysel yaslar kolektif hafızaya dönüşebilir. Bu dönüşüm, bir milletin kendine bakışını değiştirir. Eğer bir toplum ölülerini onurlandırmayı unutursa, geleceğini de inşa edemez. Çünkü gelecek, geçmişle kurulan bağ üzerinden ilerler. Her yeni nesil, ölülerle konuşmayı öğrenmelidir. Bu konuşma, sadece anma törenleriyle değil; sanatla, edebiyatla, müzikle, hikâyeyle ve suskunlukla yapılır. Mezarsız kalan hikâyeler toplumun bilinçdışında gezer; onları adlandırmayanlar, o hayaletlerle yaşamak zorunda kalır. Yas, sadece ağlamak değil; ad vermektir, anlam inşa etmektir.
Zihin, anlam arayışında en çok ölümle karşılaştığında keskinleşir. Bu keskinlik bazen acı verir, ama çoğu zaman hakikat doğurur. Ölümün bilgisiyle yoğrulmuş bir zihin, daha dingin, daha derin, daha duyarlıdır. Çünkü ölüm, zihne bir sınır çizer. O sınır, uçsuz bucaksız ihtimaller arasında anlamlı olanı seçmeyi öğretir. Bu yüzden ölüm bilgisi, sadece yaşlılara değil, gençlere de gereklidir. Gençlik, ölümsüzlük yanılgısıyla boğulduğunda savrulur; ama ölümün sessizliğiyle tanıştığında, sorumluluk hissi gelişir. Sorumluluk, sadece eylem değil; anlam üretimidir. Ölümle barışan gençlik, hayata daha ciddi bakar. Ciddiyet, yüz asıklığı değil; derin bir farkındalıktır.
Sabır, ölümün öğretisidir. Ölüm, aniden gelse de ardından sabrı öğretir. Beklemek, kayıpla baş etmenin ilk evresidir. O bekleyiş, sadece zamanın geçmesini değil, ruhun olgunlaşmasını sağlar. Sabırla olgunlaşan ruh, şükre yönelir. Çünkü sabır, acının içinde sabit kalabilme gücüdür; orada kalan, orada anlamı keşfeder. Şükür ise bu keşfin armağanıdır. Şükreden insan, başına geleni yargılamaz; onu anlamaya çalışır. Anlayan, isyan etmez. İsyan etmeyen ruh, huzura daha yakındır. Huzur, sabrın ve şükrün kardeşidir. Ve bu kardeşlik, kaderle kurulan ilişkinin özüdür.
Kader, çoğu zaman yanlış anlaşılmış bir kelimedir; oysa kader, edilgenliğin değil, bilinçli bir uyumun adıdır; çünkü kader, insanın başına gelen her şeyin rastlantısal olmadığını, o olan bitenlerin içinden bir anlam dokusu örülmesi gerektiğini fısıldayan bir çağrıdır. Bu çağrı, başta zor gelir; çünkü insan, başına gelenle hesaplaşmadan önce, onun neden kendi başına geldiğini sorgular. Bu sorgulama bazen isyana, bazen inkâra, bazen de kabullenişe sürükler; ama her hâlükârda bir iç yolculuğa davet eder. Kader, yalnızca geleceğin bilinmezliği değil, geçmişin yorumlanmasıdır. Geçmişini anlamayan insan, geleceğine kör gider. Bu yüzden kader, bir geçmiş bilgisidir aynı zamanda.
İnsan, kaderini yaşarken çoğu zaman onu fark etmez; ancak büyük kırılmalarda, kayıplarda, ölümlerde, vedalarda kaderin sesi duyulur. O ses, bazen bir çocuğun ağlamasında, bazen bir annenin suskunluğunda, bazen de bir mezar taşında yankılanır. Ve insan bu sesi duyduğunda, bütün yolları gözden geçirir. O ana kadar anlam veremediği olaylar, o sesle bir anlam kazanır. Bu yüzden kader, sonradan anlaşılır. O da tıpkı sanat gibi, mesafeyle güzelleşir. Yakından bakıldığında karışık, uzaktan bakıldığında hikmetli görünür. Kaderin en büyük öğretisi budur: Her şeyin bir sebebi vardır, ama o sebep ancak zamanla açığa çıkar.
Hayatın belirli bir plan içinde ilerlediğini kabullenmek, insanı tembelleştirmez; tam tersine, daha sorumlu kılar. Çünkü neyin ne zaman sona ereceğini bilmemek, her ânı daha dikkatli yaşama zorunluluğu getirir. Ölümün ne zaman geleceği bilinmediği gibi, kaderin ne zaman hangi yönüyle zuhur edeceği de bilinmez. Bu bilinmezlik, sadece kaygı değil, aynı zamanda dikkat ve duyarlılık doğurur. Duyarlı insan, hayatın sıradan anlarını bile bir mucize gibi yaşar. O anlar, kaderin en sessiz ama en etkili dokunuşlarıdır. Çünkü kader, çoğu zaman gürültüsüz gelir. O yüzden hissedilmez. Ama hissettiren, onunla barışık olandır.
Kaderle kavga eden, aslında kendisiyle kavga eder. Çünkü kader, dışarıdan gelen bir metin değil; insanın iç yazgısıyla dokunmuş bir metindir. O metin okunmazsa, insan kendini de okuyamaz. Bu yüzden kaderi anlamak, kendini anlamaktır. Kendini anlayan, başkalarını da daha derin kavrar. Çünkü herkesin kaderi kendine özgü görünse de aslında hepimiz aynı haritanın farklı yollarında yürürüz. Herkesin kaybı kendine göre ağırdır, ama ağırlıkların şekli farklı olsa da özü aynıdır. O öz, insan olmanın ortak yüküdür. Ve bu yük, birlikte taşındığında hafifler.
Kader, sadece alın yazısı değil; aynı zamanda alın teridir. Çünkü insan, kaderini sadece beklemez; onu inşa eder. İrade, kaderin karşıtı değil; tamamlayıcısıdır. İrade olmadan kader yalnızca bir senaryo olur; ama insanın çabası o senaryoyu bir tecelli hâline getirir. Bu yüzden kadere teslimiyet, çabasızlık değil; bilinçli bir yöneliştir. Yönünü bilen, fırtınada savrulmaz. Savrulmayan, merkezde kalır. Merkezde kalan, ruhun sesiyle yola devam eder. Ve o ses, en çok ölümün ardından derinleşir. Çünkü ölüm, kaderin noktası değil; virgülüdür. O virgülden sonra gelen cümle, ebediyetle yazılır.
Bazı insanlar, başlarına gelen acılardan bir hapishane inşa ederken; bazıları aynı acılardan bir hikmet bahçesi kurarlar. Fark, bakış açısındadır. Acıyı nasıl yorumladığın, kaderle nasıl ilişki kurduğunu belirler. Kimi insan ölümlerle yıkılır, kimi insan aynı ölümlerle büyür. Bu büyüme, acının içine kök salma cesaretiyle mümkündür. Çünkü köksüz olan, ilk rüzgârda devrilir. Ama kök salan hem acıya dayanır hem de o acıyı anlamla sular. Anlam, sabrın meyvesidir. Sabır ise kaderle kurulmuş bilinçli bir dostluktur. O dostluk, zamanla hikmete dönüşür.
Zaman, kaderin yüzeyidir. O yüzeyde yürürken insan, hangi taşın altında hangi hakikatin gizli olduğunu bilmez. Ancak tökezlediğinde öğrenir. Her düşüş, bir uyarıdır. Uyarıya kulak veren, yeniden yürümeyi öğrenir. Öğrenen, değişir. Değişen, dönüşür. Dönüşen, aynı kalmaz. Aynı kalmayan insan, yeni bir kaderin eşiğine gelir. Çünkü kader, sabit değil; akışkandır. Sabit olan tek şey, o akışa verdiğimiz cevaplardır. O cevaplar, ruhun mürekkebidir. O mürekkeple yazılan hayat, yüzeysel değil; derin olur. Derin olan, iz bırakır. İz bırakan, unutulmaz. Unutulmayan ise ölmez.
Ve böylece insan, ölümle tanışır; ama onu sadece kayıplarından tanımaz. Kendi içindeki dönüşümlerin de birer ölüm olduğunu fark eder. Bir düşüncenin yıkılışı, bir hayalin solması, bir dostluğun bitişi… Hepsi küçük ölümler. Bu ölümler, büyük sona hazırlıktır. Hazırlık, farkında olarak yaşamakla olur. Farkında yaşamak, kaderin her sayfasını dikkatle okumaktır. Her sayfada bir hikmet, her satırda bir sınav, her kelimede bir ses saklıdır. O sesi duyan, ölümle barışır. Barışan, yaşar. Gerçekten yaşar.
Ölümle yüzleşen, yaşamı daha derin, daha içli ve daha ağırbaşlı bir dikkatle okumaya başlar; çünkü ölüm, sadece sona dair bir bilgi değil, başlangıcın en içten imasıdır ve her sona yaklaşan ruh, doğmakta olan başka bir anlamın sancısıyla titrer. Bu titreyiş, insanı sıradan olandan ayırır; çünkü ölümle temas etmiş bir ruh artık yalnızca yaşamakla yetinemez, o ruh anlamak, hissetmek, dönüştürmek ve iz bırakmak ister. O iz, bir mezar taşına kazınmış birkaç kelimeyle sınırlı değildir; o iz, yaşayanların ruhunda devam eden sessiz bir yankıdır. İşte bu yüzden en uzun yaşayanlar değil, en derin yaşayanlar hatırlanır. Hatırlanmak, kalıcılığın değil, derinliğin sonucudur.
Ölümle bağ kuran bir bilinç, hayata karşı daha nazik olur; her davranışında bir ölçü, her sözünde bir dikkat, her temasında bir hürmet taşır. Bu hürmet, sadece başkalarına değil; hayata, zamana, sese, suskunluğa, gölgede kalana, unutulana, sessiz kalana da yöneliktir. Böyle bir bilinçte, sabır aceleciliğin gölgesinde ezilmez; çünkü sabır artık zamanın düşmanı değil, dostudur. Zamanla dost olan, kendiyle de dost olur. Bu dostluk, öyle bir iç barış doğurur ki insan hiçbir şeyi tüketmek istemez artık; her şeyin, her anın, her kelimenin, her bakışın bir ağırlığı vardır. O ağırlık, hayatın hafifliğini taşır. Hafiflik, ancak ağırlığın bilgisiyle anlam kazanır. Tıpkı ölümün, hayatla olan ilişkisi gibi.
Şükür ise bu bilincin meyvesidir. Şükreden insan, sahip olduklarının fazlalığıyla değil, farkındalığın derinliğiyle zengindir. O, her nefesi bir hediye, her tebessümü bir sadaka, her vedayı bir dua gibi yaşar. Çünkü o bilir ki sahip olduğunu sandığı hiçbir şey, kendisine ait değildir. Her şey ödünçtür; verilen gibi alınır. Şükür, bu geçiciliği kabullenmenin zarafetidir. Zarif olan kırılmaz; çünkü o bükülmeyi öğrenmiştir. Ölüm, bükülmenin nihai biçimidir. Şükreden, ölüme eğilerek yürür; başını dik tutan değil, başını yere koyan huzur bulur. Ve işte kaderin o derin çağrısı da bu noktada ses verir: Eğil ki yükselesin.
Kaderin bilgisiyle yoğrulan insan, kendini hayatın merkezine değil, akışına bırakır. O akışta karşısına çıkan her şeyin bir öğretici olduğunu fark eder. Bu fark ediş, öyle bir uyanıklık doğurur ki insan artık başına gelenleri yargılamak yerine, onları anlamaya çalışır. Anlamak, bağışlamaktır. Kendini, geçmişini, başkalarını, hayatı, ölümü… Ve işte bu bağışlayış, insanı asıl özgürlüğüne taşır. Artık ne ölüm korkusu vardır ne hayat sarhoşluğu. Bu hâl, bilge bir duruş kazandırır: Susan ama bilen, giden ama iz bırakan, kaybeden ama anlam kazanan bir duruş. Bu duruşun adı, teslimiyettir. Teslimiyet, vazgeçmek değil; fark ederek kabullenmektir.
Hayat, ölümle anlamlı; ölüm, hayatla güzeldir. Biri olmadan diğeri eksiktir. Tıpkı geceyle gündüz gibi, suskunlukla kelime gibi, yalnızlıkla yakınlık gibi… Her şey karşıtıyla tamamlanır. Ve insan, ancak bu tamamlanmanın farkına vardığında bütünlenir. Bütünlenmek, tek parça olmak değil; parçaların anlamını bilmektir. Her kaybın, her yıkımın, her ölümün bir tamamlayıcılık olduğunu hissetmek, insanı eksiklikten çıkarır. Eksikliği kabul eden, zaten tamamdır. Bu yüzden ölümler bizi tamamlar; yeter ki eksildiğimizi unutmayalım.
En başta zihnimde yankılanan o sessiz çağrı şimdi bir bilince, bir sese, bir dirilişe dönüşmüştür. Bu diriliş, fiziksel bir ayağa kalkış değil; manevi bir ayağa doğruluş hâlidir. Ayağa kalkan, artık yürümeye hazırdır. Yürümek, kaçmak değil; yön bulmaktır. Ve yön, ölümle barışanlara görünür. Onlar, kaybettikçe kazanan, unuttukça hatırlayan, sustukça söyleyen, öldükçe dirilenlerdir. Kalem onların izinde yazmıştır. Sessizliğin içinden gelen, kayıpların içinden yükselen, sabrın içinden yoğrulan, şükrün içinden büyüyen ve kaderin içinden doğan bir sesin yankısıdır bu. Bir hayat bilgisi değil; bir ölüm bilgeliğidir.