Her sabah doğan ışığın yönü, sadece bir günün başlangıcını değil, gölgenin düşeceği yönü de belirler; çünkü hakikatin nerede durduğunu anlamak için önce nerede karanlık olduğunu bilmek gerekir. Sessizliğe uyanan şehirler, çoğu zaman konuşamayanların değil, susturulanların çığlığıyla titrer. Bir çığlık toprağa düştüğünde gökyüzü susar; ama yıldızlar, o çığlığın tarihini kendi hatıralarına işler. Zulüm, sadece demir parmaklıklarla ya da patlayan bombalarla tezahür etmez; o, bazen bir unutuşla, bazen korkuya alkış tutan ellerin arasında gizlice büyür. Başkasına ait olan topraklara sahipmiş gibi hükmedenlerin kaderi, günün birinde o toprakların altında ezilmekle mühürlenir. Çünkü taşların bile hafızası vardır; çünkü toprak, üzerine dökülen her gözyaşını saklar ve zamanı geldiğinde hepsini adaletin nehrine akıtır. Zulümle yükselen her duvar, ardında bir yetim bırakır; yetimin gözünden düşen yaş, geciken adaleti bekleyen sabır gibidir: sessiz ama yıkıcı. Mazlumun yüreğinde yankılanan sessizlik, bir gün bir milletin yüreğine düşen kıvılcım olur. Gökyüzüne yükselen her alevin kaynağı, yeryüzüne ekilmiş bir kibirdir. Adaletin gecikmesi, zalimin cesaretini büyütür; ama o adalet, ne unutulmuş ne de vazgeçilmiştir, yalnızca vakti beklemektedir. Çocukların ellerinden alınan oyunlar, kadınların gözlerinden silinmeyen korkular, yaşlıların dizlerine çöken sessizlik, adaletin terazisinde ağır basan kefelerdir. Ve her adımda daha fazla kan döken zalim, sonunda kendi ayaklarının altındaki toprağı kana boğar. Bu kan, ne kahramanlık taşır ne de zafer; sadece kaybedilmiş bir insanlığın lekesidir. Zulmün ardına saklanan her yalan, sonunda kendi sahibini boğacak kadar büyür. Her susturulmuş çığlık, bir gün bir şehrin en kalabalık meydanında yankılanır. Barış, kanla değil, merhametle kurulur; toprak kanla sulanırsa, oradan yalnızca kin yeşerir. Adaletin kendisi sessiz kalabilir; ama mazlumun duası, evrenin bile dengesini sarsacak güçtedir. Her yıkım, önce bir kalbin kırılmasıyla başlar; her felaket, adaletsizliğin zamanla zehire dönüşmesiyle büyür. Bir şehir, zulümle abad olamaz; çünkü zulümle kurulan her düzen, kendi yalanlarıyla yıkılmaya mahkûmdur. Şehirler büyür, duvarlar yükselir, ordular silahlanır; fakat hiçbir güç, adaletin karşısında sonsuza kadar ayakta kalamaz. 

Zulmün yüzü her zaman açık dolaşmaz; bazen bir tebessümün ardına saklanır, bazen de yardım eli gibi uzatılır. Fakat kimin elinde hangi niyetin saklı olduğunu anlamak için o elin tuttuğu izleri dikkatle okumak gerekir. Tarih, nice zafer sanılan felaketin aslında bir toplumun vicdanında açılmış bir uçurum olduğunu göstermiştir. Zulümle yürüyenlerin ardında bıraktığı izler, çoğu zaman çıplak gözle görülmez; ancak o izler, zamanla şehirlerin damarlarına sinen bir koku gibi silinemez hale gelir. Korkunun dokunduğu her sokak, bir çocuğun oyun alanı olmaktan çıkar ve bir hayatta kalma mücadelesine dönüşür. Annelerin yüreğinde taşınan sessizlik, bazen bir ordunun silah sesinden daha ağır yankılanır. Geceleri başını yastığa korkuyla koyan çocukların uykuları, adaletin terazisinde hesap edilen en narin kefelerdir. Çünkü gerçek teraziyi belirleyen, güç değil; kimin neyi ne uğruna kaybettiğidir. Zulümle kalkan her el, bir gün adaletin sillesini tatmaya mahkûmdur; çünkü bu evren, ne kadar sessiz görünse de ilahi dengeyi bozan her adımı kaydeder. Kimi zaman o denge, yeryüzünde bir fısıltıyla düzelir; kimi zaman da gökyüzünden inen bir gürültüyle. Fakat her halükârda zulüm, başladığı yere dönmeden son bulmaz. Zulümle kurulan her taht, kendi içinde bir çöküş tohumu taşır; o tohum büyür, filiz verir ve bir gün o tahttan önce kökleri çürütür. Her sükûnetin ardında bir çığlık varsa, her zaferin altında da bir lanet gizlidir. Çünkü adaletin yazılmamış yasası şudur: mazlumun ahı arşa değmeden hiçbir hesap kapanmaz. Yeryüzünün adaleti gecikse bile, gökyüzünün hafızası şaşmaz; çünkü orada hiçbir tanıklık unutulmaz. Dökülen her gözyaşı, bir gün taşlara yazılır ve taşlar bir gün dile gelir. Nice medeniyet, kendi zulmünü görmezden geldiği için yok olmuş; nice zalim, kendi gücünü sonsuz sandığı için unutulmaz bir hezimetle tarihe gömülmüştür. Güç, zamanla törpülenir; ama vicdan, zamana direnir. Ve her sabah, hakikatin kapısını aralayan ışıkla birlikte yeniden sorulur: kim sustu, kim susturuldu, kim unuttu, kim hatırladı? Bu soruların cevabı, sadece bir milletin kaderini değil, insanlığın yönünü belirler. Adaletin terazisi, bazen bir mazlumun duasıyla harekete geçer; bazen de bir zalimin gözünden dökülen sahte yaşla kırılır. Ama her kırık, yeni bir dengeyi çağırır. Ve her dengesizlik, bir hatırlatma olur: zulümle abad olunmaz, çünkü sonu daima felaketle mühürlenir.

 

İlahi adaletin tecellisi, çoğu zaman insanoğlunun sabırsız yüreğine ağır gelir; çünkü onun terazisi, zamana değil, hakikate göre işler. İnsan, hemen olsun, anında görsün, adaletin hükmünü derhâl hissetsin ister; fakat hakikat, sabırla yoğrulan bir yolculuktur. Zulüm karşısında sessiz kalan her dil, adaleti geciktiren bir düğüm haline gelir; ve her düğüm, sonunda çözülmek değil, kopmak üzere çekilir. Gözyaşıyla sulanan toprak, günün birinde adaletin en gür fidanını yeşertir; çünkü dualar, her zaman gözle görülmez ama etkisiyle yeryüzünü titretir. Bir zalimin adı tarihe kazınsa da, mazlumun gözyaşı toprağa kazınır; ve toprak, unutmaz. Nice çağ açan güç, bir çocuğun yitip giden tebessümünde boğulmuştur; nice ordu, bir annenin bedduasında savrulmuştur. İlahi adalet, ne acele eder ne de unutur; onun adımları ağır olabilir ama bastığı yer asla kaybolmaz. Her gecikmiş hesap, daha derin bir tahsilin habercisidir. Her susturulan hakikat, daha gür bir hak arayışının tohumu olur. Çünkü hak, bastırıldıkça büyür; bastırıldıkça kök salar. Adaletin gecikmesi, yalnızca bir sınavdır; o sınav, sabredenin yüreğine değil, zalimin akıbetine mühür vurur. İnsan, çoğu zaman güce aldanır, kibre kapılır, zulmü yönetim zanneder; ama adaletin gözü bu aldanışları değil, yürekteki teraziyi ölçer. Kalbi kararmış bir zalimin ne kılıcı işler ne de kalesi dayanır. Çünkü ilahi denge, yalnızca maddeyle değil, mana ile kurulur. Ve mananın hükmü, görünenden çok daha derin izler taşır. Bir taşın altındaki karınca kadar masum olanların duası, göğü yırtarcasına çıkar ve yerdeki nice surları paramparça eder. Her günah, sahibini bir adım daha uçuruma sürükler; her zulüm, sahibine doğru geri dönen bir bumerang gibidir. O bumerang bazen yavaş gelir, bazen gürültüyle; ama geldiği yer, çıktığı yerdir. Adaletin sesi bazen gök gürültüsü kadar yüksek, bazen de bir mezar sessizliği kadar derindir. Fakat her ikisi de aynı gerçeği fısıldar: hiçbir kötülük cevapsız kalmaz. Bu dünyada hesap şaşabilir, teraziler kayabilir; fakat gökteki mizan ne eksilir ne yanılır. Her zalim, sonunda kendi yalanlarına boğulur; her mazlum, sabrıyla taht kurar. Ve işte bu yüzden, ilahi adalet hem kılıç gibidir hem merhem; çünkü yarayı açtığı gibi sarar, düşmanı yere serdiği gibi mazlumu ayağa kaldırır.

Vahdet, yani birliğin özü, insanlığın en derin yara izlerine panzehir olurken aynı zamanda zulmün en büyük düşmanıdır; çünkü parçalara bölünmüş toplumlar, birbirine yabancılaşmış yürekler zulmün sahnesinde kolayca oyun kurmasına izin verir. Birlikten doğan güç, fırtınalarla sarsılan bir köprüyü yeniden ayağa kaldırır; parçalanmış umutları bir araya getirip yeni yollar inşa eder. Zulmün hüküm sürdüğü yerlerde, yalnızlık çoğalır; yalnızlık büyüdükçe karanlık genişler ve umutlar küçülür. Fakat vahdet, karanlığın içinde parlayan bir ışık gibi, insan ruhunun en karanlık köşelerinde bile doğar. Birlik, sadece coğrafi yakınlık ya da ortak dil anlamına gelmez; o, kalplerin birbirine verdiği söz, ruhların aynı melodiye kulak vermesi demektir. O melodi ki, mazlumun ahını hiddete, umudu inanca dönüştürür. Zulümle kuşatılmış her toprak parçasında, ayrışmanın değil, birleşmenin çağrısı yükselmelidir. Çünkü ancak vahdetle örülen dokular, adaletin sarsılmaz temellerini oluşturabilir. Birlik içinde yok edilen her zulüm, geleceğin temel taşları olur. Bu taşlar, öyle sağlamdır ki, üzerine kurulan şehirler asla çökmeyecek; zamanın rüzgarları onları aşındıramayacaktır. Fakat parçalanmışlık, insanoğlunu yalnızlığa terk eder; yalnızlık ise kalpleri birer kuş kafesine dönüştürür. O kafesler, özgürlük hayalini tutan tellerle doludur ve her biri insanın kendi zalimi olmasını sağlar. Bu yüzden vahdet, sadece bir ideal değil, varoluşun en yalın gerekliliğidir. Tarihin en karanlık anlarında, vahdetin kıvılcımıyla aydınlanan kalpler, zalimlere karşı dimdik durabilmiş ve hakikati inşa edebilmiştir. Parçalanmışlık, bazen toprakların sınırlarına, bazen dillerin uçurumlarına, bazen de insanların gözlerindeki yabancılaşmaya dönüşür. Ancak gerçek vahdet, bütün bu sınırları aşan, farklılıkların zenginliğini kucaklayan bir anlayışta gizlidir. Adaletin terazisi ancak vahdetle dengelenir; çünkü ayrı ayrı düşülen haksızlıklar toplu bir çığlığa dönüşür. O çığlık, en sonunda gökyüzüne kadar ulaşır ve orada ilahi adaletin kapılarını çalar. Bu yüzden, mazlumun duası ve zalimin zulmü arasında kurulan köprü, ancak birlikle yıkılır ve birlikte inşa edilir. İnsanın kendi içinde bile çatışan tarafları, ancak vahdetle bir araya gelerek iç huzura kavuşur; dış dünyada ise adaletin kurulması için bu iç huzur bir zorunluluktur. Zulüm, ancak insanları böldüğünde güçlenir; birleştiğinde ise kaçınılmaz sonuna doğru yol alır. Bu yüzden vahdet, zalime karşı en etkili silahtır ve mazluma en güçlü kaledir. Tarih boyunca zulmün karşısında dimdik duranlar, vahdetin ışığında yürüyenler olmuş, başarısız olanlar ise parçalanmışlığın girdabına kapılanlardır. Ve tüm bu gerçekler, zulümle abad olunamayacağını, sonun felaketle mühürleneceğini yürekten anlatır. Çünkü hiçbir zalim, güçlü görünmek için birliğin gücüne karşı duramaz; güç ancak birlikle doğar, birlikle büyür ve birlikle yaşar.

Zulümün en derin izleri, sadece gözle görülen yaralar değildir; aynı zamanda kalplerde, zihinlerde, nesiller boyunca taşınan sessiz acılardır. İnsanlık tarihinin her sayfasında, zulümle yoğrulmuş hatıralar birikir ve bu hatıralar, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlanır. Bir halkada kırılan umut, diğer halkaları da zayıflatır; sonuçta bütün zincir, kırılmaya mahkûm olur. Bu yüzden zulüm, sadece ferdî değil, toplumsal ve hatta kuşaklararası bir felakettir. Bir toplumda zulüm yaygınlaştığında, o toplumun ruhu hastalanır ve iyileşmesi yıllar, bazen yüzyıllar alır. Zulmün neden olduğu korku, sadece şahısların hareket alanlarını daraltmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal dokuyu da çözer. İnsanların birbirine olan güveni azalır, yerini kuşku ve öfke alır. Bu atmosferde adalet, bir fısıltı gibi duyulur; varlığı dahi çoğu kez sorgulanır. Halbuki adalet, toplumun en temel direğidir; o direk çökerse, bütün yapı yıkılır. İlahi adaletin gecikmesi, insanları yıldırabilir, fakat kesinlikle yok edemez; çünkü onun terazisi, kimseyi unutmadan, en sonunda hakkı teslim eder. Zalimlerin bencilce sürdürdüğü iktidar, geçicidir; çünkü evrenin düzeni, haklıyı yüceltmek üzere kurulmuştur. Mazlumların duaları, gecenin en karanlık anında bile yıldızlar kadar parlaktır ve hiçbir güç onları söndüremez. Vahdet, bu duaların ortak sesi olur; o ses, zulme karşı yükselen en güçlü kaledir. İnsanlar arasındaki farklılıklar, vahdetin rengini zenginleştirir; çünkü birlik, çeşitlilikten doğan bir güçtür. Zulüm, yalnızca fiziksel şiddet değildir; ekonomik, sosyal ve psikolojik tutsaklıklar da onun diğer yüzleridir. Bu tür zulümler, görünmez iplerle insanları bağlar ve özgürlüklerine ket vurur. Ancak ilahi adalet, her türlü haksızlığı gözler önüne serer ve en ince ayrıntısına kadar hesap sorar. Adaletin terazisi, bazen bir çocuğun elindeki taş kadar hafif görünebilir; ama o taş, büyüyerek dağları yerinden oynatacak kudrettedir. Zulmün korkusu, bazen geceleri sokaklarda duyulan sirenler kadar belirgindir; bazen de kalplerde fısıldayan sessiz bir acıdır. Ve en nihayetinde, bu korku bir gün bir aydınlıkla parçalanır; çünkü zulmün ömrü, adaletin gölgesinde kısalır. Bu yüzden, insanlık tarihinde zulmün egemen olduğu her dönem, adaletin yeniden filizlendiği bir bahar vaat eder. Zulümle abad olan hiçbir medeniyet, sonsuza kadar yaşayamaz; çünkü adalet, zalimin en sonunda başına ördüğü duvarları yıkar.

Zulüm, insanın kalbine saplanan en derin hançerlerden biridir ve o hançerin izi, nesiller boyu silinmez. Bir toplumda zulmün hüküm sürdüğü her an, vicdanın ağır zincirlerle bağlandığı an demektir. Bu zincirler, sadece şahısları değil, o toplumun kültürünü, değerlerini ve umutlarını da esaret altına alır. Zulmün yaratığı bu tutsaklık, zamanla öfkeye, kin ve nefrete dönüşür; ve bu duygular, insanları birbirine düşman ederek toplumsal çözülmeyi hızlandırır. İlahi adalet, tam da bu karmaşanın ortasında, görünmez bir terazide tüm bu yükleri tartar. Geciken adalet, hakikati geciktirse de er ya da geç teslim edilir; çünkü evrenin dengesi, haksızlığın devamına izin vermez. Zulmün en güçlü olduğu anlarda bile, mazlumun duası gökyüzüne yükselir ve o dua, kainatın en derin köşelerinde yankılanır. Bu yankı, adaletin mihverinde dönen çarkları hızlandırır ve zulmün tokmağına karşı en keskin silah olur. Vahdet ise, bu mücadelenin kalbidir; çünkü birlik içinde hareket eden güç, zulmün labirentlerinde yolunu kaybetmez. Dağılmış ruhların birleştiği her an, karanlıklar daha da aydınlanır ve adaletin kapısı aralanır. Zulüm, ancak toplumu parçaladığında güç kazanır; fakat birleşmiş bir toplum, en güçlü surlardan bile daha sağlam bir kale oluşturur. Tarih boyunca görüldü ki, zulme karşı duranlar ne kadar farklı kökenden gelseler de, vahdetle bir araya geldiklerinde sarsılmaz bir duvar örmüşlerdir. Bu duvarın arkasında sadece direniş değil, aynı zamanda umut, sevgi ve adalet yatar. Zulümle abad olmaya çalışanlar, bu duvarın önünde çaresiz kalır ve sonunda kendi elleriyle ördükleri tuzakta boğulurlar. İlahi adalet, bazen bir fırtına gibi gelir, bazen de sabırla örülen ince bir ağ gibi sessizce sarar. Her iki biçimde de zulmün kökünü kurutur, mazlumun ise boynunu bükmekten kurtarır. Bu yüzden zulüm, geçici bir karanlıkken, adalet sonsuz bir şafaktır; vahdet ise o şafağın habercisidir. İnsanlık, zulmün izlerini silmek istiyorsa önce kendi içinde bu üç kavramı derinlemesine kavramalıdır. Çünkü zulüm, adalet ve vahdet arasındaki denge, insanlığın kaderini belirler. Bu denge sağlandığında, zulümle abad olunamayacağı gerçeği herkesin vicdanına işlenir ve tarih tekerrür etmez.

Zulümün gölgesi, sadece şahısların yaşam alanlarını karartmakla kalmaz; aynı zamanda toplumların kültürel hafızalarını da zehirler ve geleceğe dair umutlarını karartır. Bu karanlık, yıkılan şehirlerin harabelerinde, kaybedilen hayatların anısında ve susturulan binlerce sesin derin sessizliğinde gizlidir. Zulüm, tarihin en acımasız sahnelerinde bile, kendi varlığını örtbas etmek için farklı maskeler takar; bazen adalet kılığında görünür, bazen de kurtarıcı adıyla gelir. Ancak ilahi adaletin terazisi, bütün bu maskelerin ardındaki hakikati açığa çıkarır ve zalimin oyunlarını bozar. Bu terazinin dengesi, bazen sabırla örülen ince bir ip kadar narindir; bazen de gök gürültüsü kadar güçlüdür. Ne kadar gecikirse geciksin, er ya da geç hakkı ve hukuku tesis eder. Vahdet, bu dengeyi sağlamanın olmazsa olmazıdır; çünkü parçalanmış toplumlar, zalimlerin en kolay avı olur. İnsanlar arasındaki ayrılık ne kadar derinleşirse, zulüm o kadar kolay kök salar ve büyür. Birlik ve beraberlik ise zulmün en güçlü panzehiridir; çünkü birlikte hareket edenler, en sert fırtınaları bile aşabilir. Mazlumların duaları, birleşen yüreklerde buluştuğunda, o ses tüm zulüm duvarlarını yıkacak kadar kuvvetlenir. Tarihin büyük dönüşümleri, tam da bu seslerin birleştiği anlarda gerçekleşmiştir. Zulmün olduğu yerde, o düzenin içinde yaşayan herkes, en derin yaralarını gizler; ancak ilahi adalet ve vahdet sayesinde bu yaralar iyileşebilir. Zulmün en karanlık yüzü, genellikle umutsuzluğun ve teslimiyetin yayıldığı anlardır; fakat o anlar, aynı zamanda en büyük direnişin filizlendiği topraklardır. Bu filizler, birleştiğinde bir ormana dönüşür ve zulmün ateşini söndürür. İnsanlık tarihinin şahit olduğu en büyük direnişler, bu vahdetin ve ilahi adaletin birleşmesinden doğmuştur. Her ne kadar zalimler geçici zaferler kazansa da, adaletin terazisi asla şaşmaz ve mazlumun duası boşa gitmez. Çünkü evrenin düzeni, zulmü yüceltenleri değil, adaleti ve birliği kutsayanları korur. Bu kutsal düzenin farkına varmak, insanlığın en büyük sorumluluğudur. Zulümle abad olunan hiçbir şehir, hiçbir toplum, hiçbir medeniyet sonsuza kadar var olamaz; çünkü adaletin terazisi ve vahdetin ışığı, her karanlığı sonunda aydınlatır.

Zulümle yoğrulan tarih sayfaları, insanlığın vicdanında derin yaralar açarken aynı zamanda adaletin ve vahdetin ne denli hayati olduğunu da gözler önüne serer. Bu yaralar, sadece geçmişin acılarını taşımakla kalmaz, gelecek nesillerin umutlarını da şekillendirir. Zulmün izleri silinmez gibi görünse de, adaletin terazisi her daim o izlerin üstüne düşen tozları temizlemek için vardır. Adalet, bazen buz gibi bir sessizlikle gelir; bazen ise yıldırım hızıyla yürekleri sarsar. Vahdet, bu adaletin en büyük destekçisi, en sağlam dayanağıdır; çünkü parçalanmış toplumlar, zulmün oyun alanına dönüşürken, birlik içinde olanlar bu oyunları bozar. İnsanlığın kaderi, bu üç kavramın dansında şekillenir; zulüm bir köstek, adalet bir kılıç, vahdet ise ışık olur. Bu dansın içinde, her adım hem bir uyarı hem bir umut taşır. Tarih boyunca görüldü ki, adaletin geç gelmesi sabırla değil, bazen fırtınalarla tezahür eder; ancak fırtına, yalnızca zemini temizlemek için vardır. Vahdet, o zeminin yeniden filizlenmesini sağlayan kutsal tohumdur. Zulmün gölgesinde büyüyen nefret, ancak sevginin ve dayanışmanın gücüyle aydınlanabilir. Bu yüzden insanlık, her zaman birlik olmaya, adaleti er veya geç tesis etmeye mahkûmdur. Zulümle abad edilen hiçbir şehir, hiçbir yürek sonsuza kadar huzur bulamaz. Çünkü adalet, bazen bir füzeden daha sert inerken bazen de mazlumun duası kadar sessizce yürekleri sarar. Ve işte bu gerçek, insanlığın kaderini belirleyen en sarsıcı gerçektir.

Zulümle abad olunamayacağı, adaletin terazisinin er veya geç her hesabı gözettiği, vahdetin ise insanlığın en güçlü kalesi olduğu gerçeği, yüzyıllar boyunca kanla, gözyaşıyla ve direnişle test edilmiştir. Karanlık ne kadar koyu olursa olsun, her şafakta doğan ışık kadar keskindir adaletin eli. Zulmün kalbinde taşıdığı zehir, kendi sahibini içine çekerken, mazlumun duası sonsuzlukta yankılanır ve evrenin dengesini yeniden tesis eder. Vahdet, o yankının en güçlü yankısıdır; çünkü birlikte atılan her adım, zulmün ördüğü duvarları deler geçer. İnsanlık, bu üç kavramın ortak mücadelesinde kayıplar verir, acılar yaşar, ama sonunda hakikat ve haklılık galip gelir. Çünkü adalet, bazen füzelerin patlamasından daha keskin bir hesap sorma biçimidir; bazen de mazlumun kalbinde sessizce yükselen dua olur. Zulümle abad olmaya çalışanlar, eninde sonunda kendi yıkımlarını inşa eder; çünkü zulüm, sonsuza kadar saklanamaz, sonsuza kadar sürdürülmez. Her adaletin gecikmesi, bir gün o zulmün sonunu hızlandırır; her birlik çağrısı, karanlıkları aydınlatır. Bu yüzden insanlık tarihi, zulümle mücadele ederken aynı zamanda adaletin ve vahdetin yazgısını da yazmıştır. Ve sonunda geriye kalan, zalimin felaketiyle, mazlumun sabrıyla örülen büyük bir destandır. Bu destan, insanlığın en derin acılarını ve en büyük umutlarını içinde taşır; çünkü zulümle abad olunmaz, felaketle mühürlenir. Ancak adaletin terazisi her zaman doğruyu gösterir ve vahdetin ışığı karanlığı deler. Böylece hakikat, en sonunda yerini bulur, zulüm sona erer ve insanlık yeniden doğar.