Ruzname

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 97
Her sabah doğan ışığın yönü, sadece bir günün başlangıcını değil, gölgenin düşeceği yönü de belirler; çünkü hakikatin nerede durduğunu anlamak için önce nerede karanlık olduğunu bilmek gerekir. Sessizliğe uyanan şehirler, çoğu zaman konuşamayanların değil, susturulanların çığlığıyla titrer. Bir çığlık toprağa düştüğünde gökyüzü susar; ama yıldızlar, o çığlığın tarihini kendi hatıralarına işler. Zulüm, sadece demir parmaklıklarla ya da patlayan bombalarla tezahür etmez; o, bazen bir unutuşla, bazen korkuya alkış tutan ellerin arasında gizlice büyür. Başkasına ait olan topraklara sahipmiş gibi hükmedenlerin kaderi, günün birinde o toprakların altında ezilmekle mühürlenir. Çünkü taşların bile hafızası vardır; çünkü toprak, üzerine dökülen her gözyaşını saklar ve zamanı geldiğinde hepsini adaletin nehrine akıtır. Zulümle yükselen her duvar, ardında bir yetim bırakır; yetimin gözünden düşen yaş, geciken adaleti bekleyen sabır gibidir: sessiz ama yıkıcı. Mazlumun yüreğinde yankılanan sessizlik, bir gün bir milletin yüreğine düşen kıvılcım olur. Gökyüzüne yükselen her alevin kaynağı, yeryüzüne ekilmiş bir kibirdir. Adaletin gecikmesi, zalimin cesaretini büyütür; ama o adalet, ne unutulmuş ne de vazgeçilmiştir, yalnızca vakti beklemektedir. Çocukların ellerinden alınan oyunlar, kadınların gözlerinden silinmeyen korkular, yaşlıların dizlerine çöken sessizlik, adaletin terazisinde ağır basan kefelerdir. Ve her adımda daha fazla kan döken zalim, sonunda kendi ayaklarının altındaki toprağı kana boğar. Bu kan, ne kahramanlık taşır ne de zafer; sadece kaybedilmiş bir insanlığın lekesidir. Zulmün ardına saklanan her yalan, sonunda kendi sahibini boğacak kadar büyür. Her susturulmuş çığlık, bir gün bir şehrin en kalabalık meydanında yankılanır. Barış, kanla değil, merhametle kurulur; toprak kanla sulanırsa, oradan yalnızca kin yeşerir. Adaletin kendisi sessiz kalabilir; ama mazlumun duası, evrenin bile dengesini sarsacak güçtedir. Her yıkım, önce bir kalbin kırılmasıyla başlar; her felaket, adaletsizliğin zamanla zehire dönüşmesiyle büyür. Bir şehir, zulümle abad olamaz; çünkü zulümle kurulan her düzen, kendi yalanlarıyla yıkılmaya mahkûmdur. Şehirler büyür, duvarlar yükselir, ordular silahlanır; fakat hiçbir güç, adaletin karşısında sonsuza kadar ayakta kalamaz.

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 126
Kudüs ve Gazze’nin üzerinde yankılanan sessizlik, sadece patlamamış bir bombanın bıraktığı boşluk olarak kalmadı benim içimde. Bu sessizlik, benden başlayarak bütün ümmete sirayet etmiş bir inkâr, bir unutuş, bir umursamazlık biçimine dönüştü. Her sabah gözlerimi açtığımda, başucumda duran o sessizlik bana bir uyarı, bir ikaz, bir hatırlatma gibi görünmeye başladı. Gazze’nin yanan sokaklarını izlerken, bir çocuğun gözlerindeki korkunun, kendi gözlerimdeki alışkanlığa karşı bir çığlık olduğunu fark ettim. Kudüs benim için hiçbir zaman yalnızca haritada işaretli bir alan olmadı. O yer, yeryüzünde en çok değer verilmesi gereken yön, ruhun istikameti, kalbin kıblesi oldu. Her yıkıntının altında molozlardan çok daha ağır şeyler yattığını içimde hissettim. Ümmetin unuttuğu sorumluluklar, terk ettiği ahitler ve sustuğu hakikatler o taşların altında sessizce beklemekteydi. Ben o sessizliğe kulak verdim. Ne zaman susmaya çalışsam, içimde bir haykırış duyuldu. Ne zaman uzak kalmaya çalışsam, Kudüs beni geri çağırdı. İçimde taşıdığım o çağrının izini sürecek başka bir yön, başka bir şehir, başka bir yoldaş bulamadım. Kudüs, sustukça büyüyen bir borç gibi içimde ağırlaştı. Bu borcu ödemek için ne bir orduya ihtiyaç hissettim ne bir kürsüye. Sadece kalbimi açmam, gözlerimi silmem ve secdede kıbleme dönmem yetti. Çünkü Kudüs’le yüzleşmek, aslında kendimle hesaplaşmak demekti. Ben o hesaplaşmadan kaçmadım. Her unutulmuş sure, bana Gazze’nin duvarında silinmiş bir ayet gibi görünmeye başladı. Her sessizlik, zalimin hanesine yazılmış bir alkış gibi içimde yankılandı. O yankı beni sarstı. Beni çağırdı. Ve ben o çağrıyı yalnızca duymadım, hayatımın yönünü değiştirecek kadar derinden hissettim. Bu yüzden artık Kudüs benim için sadece bir şehir değil, her sabah içimde dirilen bir direniştir. Ve bu direniş, beni dönüştürdü.
Gazze, ekranda gördüğüm yıkıntıların ötesinde bir manaya sahip oldu benim için. Her çocuğun attığı taş, sadece bir savunma hareketi değil; içimdeki donmuş hakikati uyandıran bir işaret fişeğiydi. Her annenin yakarışı, sadece bir ağıt değil; kelimelerin diz çöktüğü yerde yükselen ilahi bir sesti. Ben o sesin yankısını kalbimde duyduğumda, artık susamaz oldum. Kalbimin içinden yükselen kıyam çağrısı, bütün sessizliklerimi boğarak beni harekete geçirdi. Ne zaman gözlerimi kapatsam, yıkılan bir minaredeki ezanın hâlâ susmadığını duydum. Ne zaman başımı eğsem, taşların altından bana uzanan bir el hissettim. O el, sadece yardım isteyen bir el değil; bizzat benim sorumluluğumu hatırlatan bir tanıklıktı. Kudüs benim için haritada çizili bir sınır değil, kalbimde yeniden doğan bir hakikat merkezi haline geldi. Ve bu hakikat beni yalnız bırakmadı. Her adımda içimde bir yön duygusu, bir iman haritası oluştu. Her suskunluk beni yokluğa değil, yeniden düşünmeye sevk etti. Artık neyi niçin unuttuğumu, hangi hakikate neden kör kaldığımı sorgulamaya başladım. Ve bu sorgu, beni inşa etti. Sessizliğin acısını yaşadım. Suskunluğun yükünü omzumda hissettim. Ama yine de içimde dirilen her kıyam, beni yeni bir secdeye taşıdı. Çünkü artık biliyorum ki Kudüs için ayağa kalkmak, yalnızca oraya varmak anlamı taşımıyor. Asıl mesele, içimizdeki yönsüzlüğü kıbleye dönüştürmektir. Ve ben o dönüşü yaşadım. Bu yazı, işte bu dönüşümün tanıklığıdır. Her kelimesi, içimde bir kıyamın yankısıdır.
Devamını oku: Secdeyle Dirilen Medeniyet: Kudüs’ün Sessiz Çağrısı

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 151
Daha arefe günü gelmeden, içimde bir şey usulca şekil değiştirdi; sanki günlerin sıradanlığı içinde gizlenmiş bir çağrı, vakti geldiğinde sesini yükseltti. Bu yıl bayramı, o eski kalabalık sofralarda, tanıdık yüzlerin arasında değil, sessizliğin içinde yeniden var olacağım bir iç buluşmada karşılamaya karar verdim. Bu karar, bir tür programlama değil; bir yönelişti. Modern insanın bin parçaya bölünmüş zaman tasavvuruna karşılık, bendeki bu yöneliş, parçalanmış zamanları birleştirmek ve dağınık anlam kırıntılarını toplayarak bir bütünlükte yeniden yoğrulmak içindi. Bayramın üçüncü günü sabah saat dokuz gibi yola çıkarken yanımda yalnızca birkaç eşya değil, onlarca düşünce, yılların biriktirdiği tefekkür, içinde bulunduğum çağın yükleri ve bana emanet edilen bir arayış vardı.
Güzergâhı ben değil, bahar belirledi. Bahar, yola eşlik eden değil; yolda bizzat konuşan, işaret eden, durduran ve düşündüren bir rehberdi. Dağların eteğinden süzülen kuş sesleri, güneşin toprağa dokunan elleri, rüzgârın bazen okşayıp bazen silkelediği o narin ağaçlar, yolculuğun yalnızca fizikî değil, derûnî olduğunu fısıldıyordu. Rutin şehir yollarından bilinçli bir sapmayla uzaklaştım; çünkü aradığım şey, sadece bir mekâna ulaşmak değil, o mekâna hazırlanmak, ona layık bir ruh hâliyle varabilmekti. Görmenin, işitmenin, hatta düşünmenin bile eskiyip sıradanlaştığı bu çağda, yeniden görmenin, yeniden işitmenin ve yeniden düşünmenin yolunu bulmam gerekiyordu. Bu yüzden baharın hikâyesiyle birleşen bu yolculuk, bana hem zahiri bir tazelik hem de bâtıni bir yenilenme sundu.
Devamını oku: İhlâsın Eşiğinde Bir Bayram: Kalpten Kalbe Kurulan Medeniyet

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 78
Dergin mi var? Derdin var. Bu cümle, Nazım Hikmet Polat’ın konuşmasında yalnızca bir kelime oyunu değil, aynı zamanda bir çağrının, bir sorumluluğun, bir hesaplaşmanın kapısını aralayan yüklü bir beyan olarak yankılandı salonda. Kalabalığın arasında nefes alan her zihin, bu cümlede kendi yarasını, kendi yalnızlığını, kendi arayışını gördü. Zira dergi çıkarmak, yalnızca birkaç yazı basıp birkaç fikir yayımlamak değil; bir zaman ruhuna ayna tutmak, geçmişin izlerini geleceğe taşıyacak kadar derin bir iz bırakmaktır. Türkçe düşünmenin ve Türkçe sanat yapmanın mahremiyetine dokunmak isteyen her fikir işçisinin ilk meskeni bir dergi kapısıdır. Fakat bu kapıdan içeri adım atmak, bir mabede girmeye benzer; ayakkabılarla değil, önyargılarla değil, kalbin en saf çırpınışıyla girilir. Nazım Hikmet Polat’ın sesinde, yalnızca akademik dergiciliğin meseleleri değil, Türklük bilimi adı verilen o kadim ve kırılgan alana duyulan vefasızlık da dile geldi. 1888 yılında Ahmet Mithat Efendi’nin Bursa’da konuşulan Türkçeyi en güzel Türkçe olarak görmesi, bugünün taşlaşmış, yabancılaşmış dillerinden ve kelimesizliğinden daha anlamlıdır. Çünkü konuştuğumuz gibi yaşamıyoruz artık. Kelimelerimiz bizden uzaklaştıkça, dergilerimiz de bizden uzaklaşıyor. Dergiler artık parayla yaşatılmak istenen solgun birer bitki gibi. Oysa hakikatin yeşermesi, yalnızca toprakla değil, dirayetle, inatla, aşkla mümkündür.

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 229
Yaşam, çoğu zaman dikkatle şekillendirilmiş bir yüzey gibi görünse de altında derin bir sarsıntının, sürekli kımıldayan bir hakikatin titreşimi hissedilir. O titreşim, insanın varoluşuna sinmiş olan ölümün, sadece sona ait bir kapanış olmadığını, belki de başlangıcın en sarsıcı biçimi olduğunu fısıldar; çünkü ölüm, suskunluğun en gürültülü hâlidir ve hayat dediğimiz şeyin, onun gölgesinde olgunlaştığını unutmak, insanın kendi köklerini inkâr etmesidir. Ne zaman ki insan yaşadığını zannettiği anda aslında neyi yaşamadığını fark eder; işte o an, ölümle tanışıklığın kapısı aralanır, çünkü ölüm sadece bir yokluk değil, aynı zamanda bir çağrıdır. Bu çağrı, ruhun derinlerinde yankılanan ve hayatın bütün perdesini delip geçen bir ses gibidir; ne kadar bastırılırsa bastırılsın, bir gün bir gözyaşının tuzunda, bir sessizliğin içinde, bir vedanın ardından açığa çıkar.
Ölümün dokunuşu, yalnızca bedenle sınırlı kalmaz; o dokunuş geçmişi, şimdiyle ve gelecekle bağlayan bir zincir gibi ruhu sarar. İnsan, her gün biraz daha eksilirken, bu eksilmenin adını koymazsa, yaşamı yanlış bir adla çağırmaya başlar; çünkü adı konmamış her gerçeklik, bir körlüğe dönüşür. Oysa ölüm, adı bilinen bir bilgeliktir; ona hazırlanmak, sadece bir ritüel değil, aynı zamanda bir ruh terbiyesidir. Her gün biraz daha ölüme yaklaşırken, bunu hissetmeyen bir bilinç, zamanın sadece takvimde ilerlediğini sanır; hâlbuki ölüm, kalbin içinde bir saat gibi işler. Dakikalar ruhu törpülerken, insan kendini sabırsızca yaşamın köşelerine savurur ve orada kaderin ona biçtiği anlamı kaçırır. Çünkü kader, bir yazgıdan öte, insanın seçimleriyle şekillenen bir aynadır; o aynaya bakabilmek için cesaret gerekir, çünkü ölümün yansıması orada en çıplak hâliyle görünür.

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 365
İnsan düşüncesi, çağlar boyunca değişen, dönüşen ve kendini sürekli yeniden inşa eden bir akışın içinde var olmuştur. Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen fikirler, medeniyetleri şekillendirmiş, toplumların yönünü belirlemiş ve insanın varoluşunu anlamlandırmasına aracılık etmiştir. Ancak bu akış içinde kimi zaman düşüncenin kendisi bir pranga haline gelmiş, insanı özgürleştirmesi gereken fikirler, onu bir kalıba hapseden araçlara dönüşmüştür. Entelektüel dünyada var olmak isteyen insan, bir noktadan sonra sadece düşünmenin yeterli olmadığını, düşüncenin hangi kaynaktan beslendiğinin, nasıl şekillendirildiğinin ve neye hizmet ettiğinin de önemli olduğunu fark eder. Düşünceyi sadece bir bilgi birikimi olarak görmek, onun özündeki dinamizmi ve dönüşme yetisini göz ardı etmek anlamına gelir. Zira düşünce, yalnızca öğrenmekten ibaret değildir; aynı zamanda eleştirel bir bakış açısına sahip olmayı, sorgulamayı ve gerektiğinde kabul edilen doğrulara karşı yeni yollar açmayı gerektirir.
Düşüncenin akışkan ve özgür yapısı, kimi zaman toplumlar tarafından tehdit olarak algılanmış, sistemler ve ideolojiler tarafından kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bir fikrin savunucusu olmak, çoğu zaman onu mutlak bir doğruya dönüştürme çabasıyla birlikte gelir. Bu da düşünceyi canlı bir organizma olmaktan çıkarıp katılaşmış, sorgulanamaz dogmalara dönüştürme riskini doğurur. Oysa hakikat, tek bir görüşe indirgenemez, tek bir ideolojinin sınırları içine hapsedilemez. Bir fikrin değerli olması, onun insanı ve toplumu ileriye taşıyıp taşımadığıyla ölçülmelidir. Eğer düşünce, insanı köreltiyor, onu tek bir pencereden bakmaya zorluyor ve farklı perspektifleri reddediyorsa, o artık bir bilgi kaynağı olmaktan çıkıp bir inanç sistemine dönüşmüş demektir.
Devamını oku: Düşüncenin Özgürlüğü, Evrimi ve Toplumsal Dönüşüm

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 491
Zaman, görünmeyen bir ustanın ellerinde şekillenen ince bir sanat eseridir. Hiç kimse bir taşın yıllar içinde nasıl pürüzsüzleştiğini an be an gözlemleyemez; ancak rüzgârın ve suyun sabrı, sonunda en sert kayayı bile yontar. İnsan hayatı da böyledir. Doğduğumuz anda elimizde bir kâğıt yoktur, hiçbir şey yazılı değildir. Ama yaşam, kendi kalemiyle kaderimizi şekillendirirken, biz çoğu zaman bu yazıya direnç gösteririz. Kimimiz sabırla bekler, kimimiz isyan eder, kimimizse akışın içinde kaybolur. Sabır, şükür ve kader; birbirine sıkıca bağlı, ama çoğu zaman kavranması en zor olan kavramlardır.
Sabır, gözle görülmeyen bir kuyumcu gibi insanı işleyerek dönüştürür. Ama bu işlenme süreci kolay değildir. Çünkü sabır, yalnızca durup bekleyiş değildir; içinde derin anlamlar barındıran aktif bir direniştir. Bir çocuğun büyüyebilmesi için yıllar gerekir, ama bu yıllar boyunca beden sadece şekil almaz; ruh da acılarla, kayıplarla, sevinçlerle, umutlarla yoğrulur. Sabır, sadece beklemek değil, bekleyiş sırasında dönüşebilmektir. Zamanın bize sunduğu şekillenme sürecini kabullenmeden sabırdan söz etmek mümkün müdür? Eğer bir dağ, yüzyıllar boyunca rüzgâr tarafından aşındırıldığını anlamıyorsa, ona “sabırlı” diyebilir miyiz? İşte insan da böyle bir sınavdan geçer; bazen sürecin farkına varır, bazen de kendini bu akışın içinde kaybeder.

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 357
Bütün başlangıçlar, sonsuz bir boşluğun içinde yankılanan sessiz bir çığlıktır; gök ile yerin birbirine dokunmadığı, sadece varlığın ihtimal olarak süzüldüğü, zamanın bile kendisini bilmediği o ilk anlarda. İnsanlık, bu boşluktan çıkarken ayaklarının altında sertleşen toprağı hissetti, yüzünü yıkayan suyun serinliğini fark etti, ateşin içini ısıtan kudretini tanıdı ve rüzgârın onu sürükleyebileceği yerleri düşündü. Bu dört unsur, insanın yolculuğunun haritasını çizdi ve her bir çağ, bu haritanın bir köşesine derin bir iz bıraktı. Ancak, gerçek mesele, insanın nereden gelip nereye gittiği değil, geçtiği yolların ona ne öğrettiğidir. Zira her uygarlık, kendi kıyametini kendi elleriyle hazırlar ve küllerinden yeniden doğmayı ancak düşmemeyi öğrendiği zaman başarır.
Yeryüzü, ilk günahın yaslandığı bir sırt gibi, insanı sonsuz bir sürgüne yolladı. Bu sürgün, sadece bir mekândan diğerine değil, insanın kendi içindeki en derin korkulara doğru da bir yolculuktu. Toprak, insanın bağlandığı, kök saldığı, üzerinde yükseldiği ilk maddeydi. Toprak, düşüşün ve aynı zamanda yükselişin de başlangıcıydı. İnsan, toprağa kök saldıkça bilgeliğini artırdı, suya dokundukça yolunu çizdi, ateşe hükmettikçe gücünü tanıdı ve rüzgârla birlikte bilinmezliklere savruldukça keşfetmeyi öğrendi. Ancak, bu keşiflerin içinde kaybolan, yönünü bulan, kendisini unutan ve yeniden hatırlayan hep aynı varlıktı: İnsan.