Daha arefe günü gelmeden, içimde bir şey usulca şekil değiştirdi; sanki günlerin sıradanlığı içinde gizlenmiş bir çağrı, vakti geldiğinde sesini yükseltti. Bu yıl bayramı, o eski kalabalık sofralarda, tanıdık yüzlerin arasında değil, sessizliğin içinde yeniden var olacağım bir iç buluşmada karşılamaya karar verdim. Bu karar, bir tür programlama değil; bir yönelişti. Modern insanın bin parçaya bölünmüş zaman tasavvuruna karşılık, bendeki bu yöneliş, parçalanmış zamanları birleştirmek ve dağınık anlam kırıntılarını toplayarak bir bütünlükte yeniden yoğrulmak içindi. Bayramın üçüncü günü sabah saat dokuz gibi yola çıkarken yanımda yalnızca birkaç eşya değil, onlarca düşünce, yılların biriktirdiği tefekkür, içinde bulunduğum çağın yükleri ve bana emanet edilen bir arayış vardı. 

Güzergâhı ben değil, bahar belirledi. Bahar, yola eşlik eden değil; yolda bizzat konuşan, işaret eden, durduran ve düşündüren bir rehberdi. Dağların eteğinden süzülen kuş sesleri, güneşin toprağa dokunan elleri, rüzgârın bazen okşayıp bazen silkelediği o narin ağaçlar, yolculuğun yalnızca fizikî değil, derûnî olduğunu fısıldıyordu. Rutin şehir yollarından bilinçli bir sapmayla uzaklaştım; çünkü aradığım şey, sadece bir mekâna ulaşmak değil, o mekâna hazırlanmak, ona layık bir ruh hâliyle varabilmekti. Görmenin, işitmenin, hatta düşünmenin bile eskiyip sıradanlaştığı bu çağda, yeniden görmenin, yeniden işitmenin ve yeniden düşünmenin yolunu bulmam gerekiyordu. Bu yüzden baharın hikâyesiyle birleşen bu yolculuk, bana hem zahiri bir tazelik hem de bâtıni bir yenilenme sundu.

İstanbul’a vardığımda, rotamda, daha önce hiç girmediğim bir yer vardı: Bir kütüphane; baharın taze uyanışıyla sarmalanmış sokakların içinden geçerek vardığım, zihnimin de gönlümün de sayfalar açmak istediği, adına aşina olduğum ama kapısından hiç içeri girmediğim bir mekân: Rami Kütüphanesi. Bilginin sessizce soluk aldığı, kitapların öksürmediği bir tür mabet. Gidip kapısını çaldım. Ama kapalıydı. Tatil günlerinde kapalıymış. İşte orada ilk sorum sızdı zihnime: Bir kütüphane neden kapalı olur ki? Bilgi, niçin bayram yapar? Hakikat, hangi resmî takvimde tatil ilan eder kendine? Düşünmekten korkan bir çağın en sembolik göstergesi gibi geldi bu kapalı kapı bana. Kütüphanenin kapısında durup düşündüm: Eğer düşüncenin mabedi bayram gününde kapalıysa, biz o bayramda neyin bilgisini kutluyoruz?

Bu buruklukla yola devam ettim ama içimdeki sükût artmıştı. Sessizlik, yalnızlığın değil, anlamın gürültüsüz derinliğiydi. Sonraki durak, yüzlerce yıldır sadece taş ve mimari değil, ruh ve hikmet barındıran bir mekândı. O taşlar ki, üzerine sadece minareler değil, bir medeniyetin rükûnları dikilmişti. O duvarlar ki, sadece cami duvarı değil; hikmetin, direnişin, sabrın, tevazunun ve ihlasın diliydi. Süleymaniye’ye varmadan önce, onun avlusunda, mezarlığında, yani haziresinde gezinmeye başladım. O an fark ettim: Bu mekânda sadece diriler değil, ölüler de konuşuyordu. Hatta belki dirilerden daha gür bir sesle. Orada evsiz biriyle göz göze geldim; ne bir sitem, ne bir umut, sadece sessizlik vardı bakışında. O anda idrak ettim ki, ecdad sadece cami inşa etmemiş; başlı başına bir hayat, bir rahmet iklimi tesis etmiş. Cami avlusu, bir sığınaktır. Kimsesizlerin kimsesi, yalnızların gölgesi, suskunların dile geldiği bir zemindir.

Bu avluda yürürken, ilmin yalnızca kitapta değil; mekânda, zamanda ve davranışta da saklı olduğunu fark ettim. Çünkü ilim, sadece öğrenmek değil; yaşamak, örnek olmak, temessül etmekti. Bayram, bu anlamda bir temsiliyet vesilesiydi; orada herkes sadece kendini değil, bağlı olduğu hakikati de temsil eder. Bayramlaşma, yalnızca bir selamlaşma değil; bir mîrasın ve medeniyetin yeniden hatırlanmasıydı. Kalabalığın içine adım attığımda, farklı kuşaklardan yüzler gördüm. Kimisi ilk kez gelmiş, kimisi ise yılların tanıklığıyla oradaydı. Gözlerinde aynı niyetin, aynı özlemin, aynı heyecanın izi vardı. O heyecan, gösterişten değil; vuslatın sadeliğinden doğuyordu.

Her ne kadar çok fazla eski dost orada bulunmasa da, yeni yüzlerde eski dostların izini buldum. Çünkü samimiyetin dili, yüzlerde değil, niyetlerde yazılıdır. Kalabalık, bir gösteri değil; ortak bir zikir hâline bürünmüştü. Namazdan sonra iç içe halkalar kuruldu. Önce cami içinde, sonra dış avlunun gölgesinde... Her halkada bir anlam, her konuşmada bir sır, her bakışta bir muhabbet vardı. Hocamızın kelimeleri, sadece bilgi değil; bir tefekkür davetiyesiydi. Ve her tanışma, bir öze dokunuş, karşılaşmadan öte bir hatırlayıştı.

Bu bayramda fark ettim ki, insanlar birbirlerine sadece hâl hatır sormak için değil, aynı hakikate şahid olduklarını ilan etmek için yaklaşırlar. Samimiyet, dilde değil; duruşta ve sessizlikte tecelli eder. İhlas ise, gizli bir nehrin sükûnetiyle akar insanın içine; görünmez ama besler, susar ama derinleştirir. Ben bu bayramda, bir etkinliğe değil; bir hâle katıldım. Modern hayatın parçaladığı akıl-zihin-ruh üçlemesinin yeniden birleştiği bir hâl. Orada, benliğimle değil; varlığımın hakiki köküyle temas ettim.

İşte bu yüzdendir ki, bayram benim için sadece takvimsel bir dönüş değil; varoluşsal bir silkiniştir. Her adımda geçmişin izlerini, her sohbette geleceğin ipuçlarını, her tokalaşmada ilahî bir mesajı duydum. Ve o gün anladım ki, bayramlaşma sadece bir gelenek değil; bir yeniden doğuştur. Her kelime, her tebessüm, her dokunuş, insanı var eden köklere doğru çekilen bir rabıta ipidir. Bu ip, görünmez ama sağlamdır. Ve ben, işte bu ipi tutarak yola devam ettim.

Mekânla temas ettikçe içimdeki zaman büküldü; artık saat yoktu, sadece anlar ve onların içinde gizlenmiş hakikat vardı. Her adım, taşlara değil, bir çağrının yankısına basar gibiydi. O ilk karşılaşmada, avludaki sessizlikte duyduğum şey, mimarînin sesi değildi yalnızca; ecdadın ilmek ilmek işlediği bir hikmet duvarıydı o. Cami, sadece ibadet edilen bir yer olmaktan çok, bir hayat formuydu; orada zamanın dili değişmiş, mekânın kalbi atmaya başlamıştı. O kalp ki, yüzlerce yıl önce atılmış, ama hâlâ aynı ritimle çarpan bir diriliş timsalidir.

Hazirenin içinde gezinirken taşların suskunluğunda konuşan bir başka ses fark ettim: Gömülen sadece beden değildi, gömülen ama asla kaybolmayan bir ilim, bir irfan, bir ahlâk yurduydu. Orada, kimsenin adını bilmediği ama herkesin duasına katıldığı bir birlik vardı. Mezartaşları, sadece bir geçmişin değil, bir medeniyet tahayyülünün de şahidiydi. İnsan, üzerine basmadan yürüyemez sandığı taşların aslında kendisini taşıdığını anlıyor burada; çünkü asıl yük, ayakta kalan değil, toprağa teslim olanların hikmetinde saklıydı. Ve ben bu taşların gölgesinde, bir kez daha ilim ile zemin arasındaki rabıtayı fark ettim.

İlim, burada sadece kitapla değil, mekânla öğreniliyor. Caminin taşlarında, mihrapların gölgesinde, su testisinin ucundaki sessizlikte bile bir bilgi taşıyor insanın içine. O bilgi, akılla anlaşılmaz, sadece yaşanarak özümsenir. Bayram, bu yaşamanın en arı hâlidir; çünkü gösterişin çekildiği yerde sadece hâl kalır, niyet kalır, ihlas kalır. İhlas, işte tam da burada, bir elin uzandığı, bir gözün dolduğu, bir tebessümün paylaşıldığı ânlarda kendini gösterir. Hiçbir şey söylemeden, her şeyi anlatabilmek, işte hakikatin en kuvvetli tecellisidir.

Cami içinde kurulan halka, sadece bedenlerin değil, niyetlerin buluşmasıydı. Herkes birer daire gibi oturmuş, merkeze bir söz, bir anlam, bir şuur yerleştirmişti. Hocamızın sözleri sadece ses değil; bir yön, bir mihenk, bir usûl gibiydi. Usûlsüzlüğün sıradanlaştığı bu çağda, bayramlaşmada yeniden bir usûle temas etmek, insanı kökleriyle hemhal eden bir lütuftu. Her yeni tanışma, yeni bir kavram gibi yaklaştı bana; bir insan değil, bir mana ile karşılaşıyordum her defasında. Göz göze gelişlerde yalnızca nezaket değil, varoluşun ortak bir dili vardı.

Birinin “Bayramınız mübarek olsun” deyişi, sadece bir temenni değil; geçmişten bugüne uzanan bir irade zinciriydi. O irade, beni bir kardeşlikle değil; aynı ruhsal boyutta çarpan kalplerle bağ kurmaya davet ediyordu. İrademi teslim etmek değil; hakikatle hizalanmak için oradaydım. Çünkü bayramlaşmak, sadece kültürel bir ödev değil; bir iman tazelemesiydi. Ve bu tazeleme, kalbin köklerine doğru bir yürüyüş, aklın ötesine geçebilen bir teslimiyet gerektiriyordu. Orada konuşulan her kelime, bir risalenin satırı gibiydi; hafife alınamaz, ötelenemez, hafızaya işlenen bir hikmet meyvesiydi.

Gözlemlediğim bir başka hakikat ise, insanların kalabalık içinde bile birbirlerine nasıl yöneldikleriydi. Her yönelme, bir rabıta gibiydi; kişi sadece bir insana değil, onun taşıdığı manaya, birikime, köke yöneliyordu. Bu yönelme, bedensel değil; ruhsal bir eksende gerçekleşiyordu. Çünkü burada, insan sadece insan değil; bir mânânın taşıyıcısıydı. Bu nedenle bayramlaşma, sadece insanlar arasında gerçekleşen bir temas değil; tevhidin yatay bir hat üzerinde tezahür edişiydi. Herkes kendi hizasını, o halkada yeniden keşfediyor, belki de ilk kez fark ediyordu.

Cami dışında, varakların gölgesinde devam eden ikinci halka ise, bana bir başka derinlik sundu. Gökyüzüyle mesafemiz biraz daha kısalmıştı sanki. Taş zemin, bedenlerimizi değil; içimizdeki bütünlük arzusunu taşıyordu. İnsanı insan yapan şeyin sadece düşünmek değil, aynı zamanda hatırlamak olduğunu bir kez daha idrak ettim. Çünkü hatırlamak, unutulmuş olanı değil; unutturulmuş olanı, yani aslî benliğimizi ortaya çıkarmaktır. Ve bayramlar, bu hatırlayışı inşa eden ilâhî zamanlar olarak insan ruhunu zımparalar.

Tanıdık olmayan yeni yüzlerin, tanıdık bir sözle bana dönmesi, aramızda görünmeyen ama hissedilen bir rabıta olduğunu gösterdi. Bu rabıta, sadece duygu değil; kavramsal bir irtibattı. Aynı kitapları okumamış olsak bile, aynı hakikatin farklı aynalarından yansıyan izdüşümleri gibiydik. Ve bu yansımalar arasında, öyle bir zemin oluşuyordu ki, konuşmadan da anlaşmak mümkün hâle geliyordu. Herkesin dilinde aynı cümle: “Elhamdülillah, bayramınız mübarek olsun.” Ama bu cümle her ağızda başka bir âleme açılıyordu.

İnsan, kendi sözünü en saf hâliyle başka bir kalpte yankılanırken duyar. Ve bayramlar, bu yankının en berrak duyulduğu anlardır. İşte bu yüzden, orada oturulan her halka, sadece oturma değil; bir diriliş ritüeliydi. Dirilmek, kalbin atmasını değil; ruhun konuşmasını sağlamak demektir. Bu diriliş, sadece nefes almak değil; alınan nefesin bir tefekküre dönüşmesidir. Bayramlaşmak, işte tam da bu yüzden, bedensel değil, metafizik bir eylemdir.

Ve ben, bu bayramda ilk kez bu eylemin ruhumdaki yankısını böylesine derin, böylesine berrak bir şekilde hissettim.

Belki eskiden de el sıkmış, göz göze gelmiş, bayramlaşmıştım ama bu kez olan başka bir şeydi. Bu kez, ihlas ete kemiğe bürünmüş, samimiyet bir söz değil, bir hâl olarak üzerime sinmişti. O gün fark ettim ki, insan bazen en çok kendini unutunca, en çok kendisi olurmuş. Bayram, işte bu unutmayı mümkün kılan en hakiki andır. Ve o an geldiğinde, zihin, zeminle birleşir; zemin, yeniden kalbe ses verir.

Bayramlaşma sonrasında dağılmadık; çünkü bayram, sadece cem olmakla değil, cem olmaktan dağılmamayı başarmakla tamam olur. Birlikte Tantavi Sosyal Tesisleri’ne geçerken, içimizde tuhaf bir huzur vardı. O huzur, bedenin doymasından değil; ruhun ortaklaşa bir mânâda buluşmasından doğan bir ferahlıktı. Masalar kuruldu, yemekler geldi, ama konuşulan her cümle, yemeğin değil, hikmetin sofrasına ait gibiydi. Herkes, birbirine hem tanıdık hem yeni bir dost gibiydi. Sanki daha önce görüşmemiş olsak da, aynı kaynaktan beslenmiş; farkl kitapları aynı yürekle okumuş, aynı dualarla büyümüş gibiydik.

Yemek boyunca dikkatimi çeken şey, herkesin sadece kelime değil, hal diliyle konuşmasıydı. Birinin çatalı eline alış biçiminde, bir diğerinin su içerken gözlerini kapamasında, bir başkasının sessizliğinde bile bir terbiyenin izi vardı. Bu terbiye, okulla ya da eğitimle değil; bir medeniyetin yaşanarak ruhun derinliklerine sinmesiyle mümkündü.. O masada, sadece yemek değil; tevarüs edilen bir duruş, temellük edilen bir vakar, temessül edilen bir ahlak vardı. Herkes, kendisinden daha büyük bir şeye ait olduğunu biliyordu ve bu bilinç, muhabbeti mukaddes kılıyordu.

Akşam namazını orada eda ettik. Bu ibadet, sadece bir kişinin sorumluluğu değil; aynı kıbleye yönelen kalplerin kurduğu ortak bir bağın, iç içe geçmiş bir teslimiyetin ve aynı anda secdeye kapanan gönüllerin görünür hâliydi. Secdeye kapanırken kalbimden geçen şuydu: “Rabbim, bizi sadece kıblede değil, gayede de birleştir.” Namazdan sonra dışarı çıktık, dağılıyorduk neredeyse. Fakat işte o anda, hocamız seslendi: “Bu iş daha bitmedi.” O ses, sadece bir yönlendirme değil; bir çağrının sesiydi. Ve biz, çağrılara kulak verenlerdik. Birlikte yola koyulduk; hedefimiz, sahildeki “Çınaraltı” denen yerdi.

Saat 23.00 olmuştu ama mekân tıklım tıklımdı. İnsanlar çay içerken kahkaha atıyor, kalabalık birbirinin içine geçiyor, masa bulmak imkânsızlaşıyordu. Önce tenha bir köşeye çekildik. O masada sohbet ettik ama içimizde bir eksiklik vardı. Hocamızın, “İlham verici olan masalar şurada” diyerek işaret ettiği yer hâlâ zihnimizdeydi. İşte o anda başladı “masa kapmaca.” Bir masa bulduk; oturduk. Fakat bir abla gelip “Biz Arnavutluk’tan geldik, siz her zaman oturursunuz,” dedi. Bir tebessümle kalktık. Bayram bu, kalp kırmak olur mu hiç?

İkinci deneme, üçüncü deneme… Derken dördüncü denemede masa bizim oldu. Aslında masa bize verildi. Hocamızı tanıyan bir çift, ısrarımızı fark etmişti. Buyurun dediler; masa onların değildi artık, bizimdi. O masa, artık sadece tahta ve ayaklardan ibaret değildi; bir mânâ halkasıydı. Biz o halkada güldük, düşündük, dertleştik. Dış dünyanın sesi uzaklaştı, iç dünyamızın sesi yükseldi. Kelimeler bazen yetmedi, bazen tek kelime koca bir paragraf oldu.

Gece derinleştikçe sohbet de derinleşti. Konular değişti ama temamız aynı kaldı: insan, ruh, hakikat. Kimse birbirine nasihat etmiyordu ama herkes birbirinden bir şey öğreniyordu. Çünkü orada bilgi değil, bilgelik dolaşıyordu. Herkes kendi aynasını tutuyor, karşısındakine ışık düşürüyordu. Ve o ışık, sadece zihinleri değil; kalpleri de ısıtıyordu. Kalp ki, mecazlarla değil, hakikatle ısınır. Kalp ki, kalbe dokununca anlar muhatabını. Ve biz, işte o gece, kalpten kalbe uzanan köprüler kurduk.

Sohbetin bir yerinde hocamızın şu sözü çınladı kulaklarımda: “İnsan, nerede oturduğundan çok, kiminle oturduğuyla yoğrulur.” Bu cümle zihnime kazındı. Çünkü gerçekten de o masa, bir müfredat gibiydi. Her kişi bir ders, her söz bir konu başlığıydı. Bazen gülüşmeler, bazen susuşlar; ama her hâl bir hâl öğretisiydi. Bayram sadece şeker değil, şuur dağıtılan bir zamanmış meğer. İhlas, sadece niyetin değil, hâlin duruluğuymuş.

Sabahın ilk ışıkları sızarken, yorgunluk değildi bedenimizde hissedilen. Bir tür hafiflik, bir tür sükûn, bir tür “olma” hâli... Son kişi de evine bırakıldığında, hâlâ içimde bir şey titriyordu. Navigasyon kazaları bile bize tebessüm ettirdi. Çünkü o gece, ne yol kaybettik ne yön. Aksine, varoluşumuzun iç yol haritasına birkaç yeni çizgi daha eklendi. Gülmenin bile bir tefekkürü olabileceğini gördük. Gecenin tenhalığında, yıldızlara baka baka içimizdeki ışığı keşfettik. Ve anladım ki: bazen bir masa, bir medrese olabilir. Yeter ki ihlasla oturulsun, samimiyetle dinlensin, şükürle kalkılsın.

O gece, dostluk yeniden tanımlandı. Samimiyet, “tanımak” değil “anlamak”la eşitlendi. İhlas ise sadece dua ile değil; hâl ile yaşanabildi. İşte bu yüzden, masa kapmaca gibi görünen bir oyun, aslında bir terbiye sahnesiydi. Kalbi olan herkesin bir şeyler öğrendiği, bir şeyler bıraktığı, bir şeyler taşıdığı bir vecd anıydı. Ve bayram dediğin, tam da böyle bir arınma değil midir zaten? Hem insanın kendisiyle hem insanla hem de Hak ile yeniden bağ kurması…

Geceyi sabaha bağlayan o yolculuk, görünürde şehirler arasında bir hareketti belki ama gerçekte içimdeki kıtalar arasında yapılan bir keşifti. Göğsümde yankılanan bir yorgunluk vardı ama bu, bedenin tükenmişliği değildi; ruhun, hakikate biraz daha yaklaşmanın verdiği tatlı bir yorgunluktu. Herkes evlerine dağılmıştı ama benim içimde, sanki bütün o buluşmalar tek bir noktada toplanmış ve bir nur gibi kalbimin ortasına konmuştu. Saatin kaç olduğu, hangi mahalleden geçtiğimiz, navigasyonun kaç defa sapıttığı önemli değildi artık. Zira yönünü bilen için yol sadece bir vasıtaydı; mesele, hangi yöne yürüdüğündü.

Arabayı kullanırken camdan süzülen rüzgârla birlikte geçmiş günlerin hayali de zihnime doluyordu. Bugüne kadar yaşadığım birçok bayramı düşündüm. Bayram namazları, aile kahvaltıları, çocukluk sevinçleri… Hepsi güzeldi ama bu seferki başkaydı. Çünkü bu bayramda, kendimi bir kalabalığın içinde değil, bir cemaatin içinde bulmuştum. Kalabalıklar bakışırken; cemaatler paylaşır. Kalabalıklar geçer; cemaatler kalır. Ve bu kalıcılık hissi, insana sadece aidiyet değil; mesuliyet de yükler.

Arabada yalnızdım ama yalnız hissetmiyordum. Çünkü bir fikrin, bir hissin, bir medeniyet çizgisinin omzuma dokunan varlığını taşıyordum. Düşündüm: modern çağın insana çizdiği bayram profili ne kadar da yalnızlaştırıcıydı. Kalabalık sofralar kuruluyordu ama o sofralarda hikmet eksikti. Hediyeleşmeler vardı ama içtenlik eksikti. İnsanlar bir araya geliyordu ama kalpler temas etmiyordu. Oysa bayram, bir araya gelmek değil; bir hâle gelmekti. Hâl ile hemhâl olmaktı. Ve biz o gün, sadece bayramlaşmadık; bir hâl üzere toplandık. Belki bunun için bu kadar huzurluydum.

Yol uzadıkça içimde biriken düşünceler de derinleşti. Modern insanın yitirdiği üç şeyi düşündüm: ilim, irfan ve hikmet. Bilgiye ulaşmak artık saniyeler sürüyordu ama hikmete varmak için yıllar bile yetmiyordu. Çünkü hikmet, verinin değil, vukufiyetin meyvesidir. Onu yetiştiren zihin değil, kalptir. Ve ben o gün, kalbimde bir yerin usul usul yeşermeye başladığını hissettim. İnsanın aklıyla yön bulması, kalbiyle yönelmesi ve ruhuyla derinleşmesi gerektiğini yeniden idrak ettim. Bu üçlemenin kurduğu denge, bir anlamda “insan”ı insan yapandı.

Düşüncelerimin arasında kaybolurken birden içime doğdu: bu yolculuk, bir bayram ziyareti değildi sadece. Bu yolculuk, bir “vusûl” yoluydu. Bir yere varmak değil; bir hâle ulaşmak. Ve bu hâl, zihinsel bir berraklık, kalbî bir sadelik, ruhsal bir vecd idi. Belki bir cami avlusunda başladı bu hâl, bir masa etrafında derinleşti ve şimdi araba koltuğunda tamamlanıyordu. İnsanın mekâna bağımlı olmadığını, mekânın insana anlam kazandırmadığını; aksine insanın, bulunduğu yere anlam kattığını düşündüm. Çünkü bir cami, içinde huşu yoksa sadece duvardan ibarettir. Bir masa, samimiyet yoksa yalnızca bir eşyadır. Ama kalpten akan mânâ, her yeri bir medreseye çevirebilir.

Bu yolculukta öğrendiğim bir diğer şey de, insanın yüzleşmeye ne kadar muhtaç olduğuydu. Kimi zaman bir yabancının tebessümünde, kimi zaman bir hocanın sessiz bakışında, kimi zaman gecenin ortasında edilen bir duada kendiyle yüzleşir insan. İşte bu yüzleşme, modern insanın kaçtığı ama en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. O gün anladım ki, insan yalnızca bilgiyle değil, bu yüzleşmelerle olgunlaşır. Ve bu olgunluk, dışarıdan görünmeyen ama içeride yankısı uzun süren bir hâl verir insana.

Sabaha karşı eve vardığımda, gözlerimden uyku akmıyordu ama kalbimden bir şükür taşıyordu. Dışarıda gündelik hayatın gürültüsü henüz başlamamıştı. Şehir sessizdi ama içimde bir senfoni çalıyordu. O sessizlik, bir huzur örtüsü gibi üzerime serilmişti. Işığı açmadım. Masamın başına geçtim, ellerimi dizlerimin üzerine koydum ve içimden bir dua süzüldü: “Rabbim, beni bu hâlin dışına çıkartma.”

O anda fark ettim ki, bayram, takvime sığmayan bir şenliktir. Bir vakte değil, bir vecde dayanır. Ve samimiyetle yaşanmış bir gün, yıllarca sürecek bir hatıranın hamurunu yoğurabilir. Bayramlık elbiseler değil; bayramlık duygular lazım bize. Sarılmaların içten olduğu, tebessümlerin sadra dokunduğu, kelimelerin tesbih taneleri gibi dizildiği muhabbetler lazım. Bayram, sadece bir gelenek değil; bir diriliş biçimidir. Ve o diriliş, sahici bir samimiyetle, arı bir ihlasla mümkündür.

Bu bayram bana bunu öğretti. Ve şimdi biliyorum: insan bir yolculukla değişmez belki ama bir yolculuk, insana neyin değişmesi gerektiğini gösterebilir.

Bayram, takvimdeki günlerin içinde en çok insan kokanıdır; en çok kalbe benzeyendir; en az nesneleşmiş, en çok anlam yüklenmiş olandır. Zira bayram, sadece bir gün değil; bir hâlin ta kendisidir. Bir insanın, insana; bir Müslüman’ın, kardeşine; bir kalbin, başka bir kalbe doğru sessizce attığı adımdır. Ve o adım, samimiyetle atıldığında, her mesafe kısalır, her dargınlık buharlaşır, her yalnızlık dağılır. Bu yüzden bayram, ihlasın cemâle dönüştüğü, tevhidin toplumsallaştığı bir eylemdir. Bayram, mü’minin kalbinde açan bir zikir çiçeğidir; bir kardeşin tebessümünde parlayan bir şükür yıldızıdır; bir sofranın kenarında süzülen basirettir.

Bayram, hayatın içinde bir ‘vuslat ara durağı’ gibidir. Sürekli koşan, sürekli unutan, sürekli yitiren insana; ‘dur’, ‘bak’, ‘hatırla’ der. O yüzden bayramlaşma, sadece ellerin değil, kalplerin de birleşmesidir. Ve o birleşme, cemal ile celalin, mizan ile ihsanın, kitap ile rabıtanın, zihnî olanla ruhsal olanın, yani insanla hakikat arasındaki köprüdür. Bayramda sarıldığımız sadece insanlar değil; bazen kaybettiğimiz anlamlar, unuttuğumuz niyetler, içimizde yitirdiğimiz o saf çocukluğumuzdur. Sarılmalar, sessizce bu tevhidi hatırlatır bize.

Bir bayramlaşma anında göz göze geldiğiniz bir yüz, size bir hakikati hatırlatabilir. O yüzden bayram, sadece geçmişin değil; geleceğin de inşasında bir köşe taşıdır. Çünkü geleceği inşa etmek, ancak ruhu mamur olanların işidir. Ve ruh ancak ihlasla, samimiyetle, muhabbetle derinleşir. İmanını muhkem kılan bir kalp, ihsanı özümsemiş bir nefis ve ümmetin yükünü hisseden bir zihin; işte bayramın çağırdığı insandır bu. O insan, artık bir aktör değil, bir aksiyonun kendisidir. O insan, artık figür değil; müessir bir şahsiyettir. Ve bu şahsiyet, sadece kendisi için değil; ümmet için düşünür, sevinir, kaygılanır.

O gece, o cami avlusu, o sahil kenarı, o masa çevresi... Bunların her biri, sıradan mekânlar olmaktan çıktı. Çünkü biz oralara bir hâl taşıdık. Bir niyet, bir sükût, bir dua, bir mahviyet götürdük. Her yer bir medreseye, bir dergâha, bir mektebe döndü. Çünkü biz orada sadece oturmadık; tevarüs ettik. Çünkü biz orada sadece konuştuk; rabıta kurduk. Çünkü biz orada sadece dinledik; temessül ettik. Ve bu temessül, artık bir şekil değil, bir mânâydı.

Bunu modern dünya anlamaz. Çünkü modern dünya, gösteriye âşık, samimiyete düşmandır. Oysa biz o gün, bir gösteri değil; bir göç yaşadık. Nefisten kalbe, egodan tevazuya, benlikten ümmete doğru bir hicret… Ve bu hicret, tıpkı ilk Müslümanların hicreti gibi, içinde hakikatin doğacağı bir zemindi. Her hakikat hicretle doğar çünkü. Ve her hicret, beraberinde bir ahlâk, bir akide, bir aksiyon getirir. Bayram, bu hicretin adıdır. Hem kendinden geçmenin, hem kendine gelmenin vaktidir.

Şimdi masamın başında, bir yandan bu satırları yazarken bir yandan içimden dökülen şükür cümlelerini toparlamaya çalışıyorum. O gün yaşadığım her anı, zihnimde değil, kalbimde taşımaya çalışıyorum. Çünkü bazı anlar anlatılmaz; ancak taşınır. Ve o taşımak, yük değil; bir şereftir. Zira bir bayram sadece bir hatıra bırakmaz; bir iz bırakır. Ve bu iz, ömrümüzün geri kalanını şekillendirecek bir yol olabilir.

Bayram, aslında bir çağrıdır. Müslüman’a değil; Müslim’e, Mü’min’e, Muhsin’e yapılan bir çağrıdır. Yani sadece inanan değil; inandığını yaşayan, yaşayanı ihlâsla sunan, sunanı ihsanla tamamlayan insanadır bu çağrı. Ve bu çağrıya kulak veren her yürek, içindeki o büyük medeniyet tasavvurunun izini sürmeye başlar. Zira her bayram, İbrahimî mirasa bir dokunuştur. Ve her dokunuş, bir diriliştir.

O hâlde bayram, sadece geleneklerin değil; tecdidin de adıdır. Kendini yenileyen, nefsini arındıran, kalbini temizleyen her kul için yeni bir başlangıçtır. Ve bu başlangıç, ancak samimiyetle ve ihlasla mümkündür. Çünkü samimiyet, her sözün kalbe dokunan kısmıdır. İhlas ise, her eylemin Allah katında makbul olma vasfıdır. Bu iki cevherin olmadığı yerde ne bilgi işe yarar, ne fikir, ne söz, ne yazı...

Benim bayramım, bir yazıya sığmaz belki. Ama bu yazı, benim bayramı yaşarken hissettiğim o büyük ‘vusûl’ün kaydıdır. Ve bu kayıt, hem bana hem benim gibi yolda olanlara bir işarettir: Bayramı bayram gibi yaşamak, ancak kendinden çıkıp ötekine yaklaşmakla mümkündür. Ve bu yakınlık, bir yolculukla başlar ama bir hâle eriştiğinde tamam olur.

İşte ben o hâle eriştiğimi sandığım bir anın eşiğindeyim. Ve içimden geçen son cümle şu:

Bayramı yaşadım çünkü hakikate biraz daha yaklaştım. Ve anladım ki, bayram hakikatin tebessümüdür.