Günlerin ardı sıra yığıldığı bir çağda yaşıyorum; takvim yaprakları değil de sanki yıldızlar düşüyor gökyüzünden, her biri bir hakikati söndürerek. Zaman dediğimiz şey, artık içinde yön barındırmayan dev bir döngüye dönüştü; merkezini kaybetmiş bir çark gibi dönüyor, fakat nereye döndüğünü bilen yok. Eskiden zamanın kutsallığı vardı; bir doğuşun, bir ölüşün, bir dirilişin ritmiyle yoğrulurdu insan. Şimdi ise saatler yalnızca üretim periyotlarını, tüketim kampanyalarını ve sinir krizi aralıklarını ölçen metalik bir tanrı gibi. Bense bu anlamsız ritmin ortasında hâlâ bir merkezin varlığını hissediyor, kaybolmuşun izini süren bir seyyah gibi geçmişin kozmik ahengini kulaklarımda duymaya çalışıyorum.

Bir zamanlar gökyüzü yalnızca astronomik bir veri kümesi değildi; yıldızlar, göç eden ruhlar gibi semayı geçerken hikmetin harflerini yazardı. Kozmosun matematiği, zihnin değil, kalbin sezgisiyle okunurdu. Fakat sonra biri çıkıp dedi ki: “Dünya dönüyor.” O sözle birlikte yalnızca yeryüzü değil, düşünce de döndü. Artık gök değil, göz egemendi; sezgi değil, hesap belirleyiciydi. Evrenin merkezinde duran kutsal dünya fikri, o cümleyle birlikte yerle bir oldu. O an, insanlık kendi eksenini de kaybetti. Kopernik yalnızca astronomiyle değil, hakikatle ilgili bir kırılma başlatmıştı. Bu kırılma, zamanla merkezî olan her şeyi değersizleştiren bir seküler depreme dönüştü. Artık ne Tanrı göklerin tepesindeydi, ne insan kendini kainatın anlam halkası içinde hissediyordu.

Ben bu devrimlerin soğuk yankıları içinde doğmadım ama onların oluşturduğu yankı duvarlarının gölgesinde büyüdüm. Bana öğretildikçe değil, hissettikçe bir şeylerin yerinden oynadığını fark ettim. Geceleri yıldızlara bakıp, içimdeki boşlukla onların arasındaki derin sessizliğe kulak verirken, yitirilen bir merkezle aramda bir bağ olduğunu sezdim. Bu bağ, bir zamanlar hem göğün hem yerin ortaklaştığı o ilahi haritanın unutulmuş koordinatlarıydı. İnsan buharlaştıkça, gökyüzü de duygusuzlaştı. Yıldızlar hâlâ parlıyordu ama artık kimsenin duasında yer etmiyorlardı.

Modern akıl bana görmeyi öğretti ama hissetmeyi unutturdu. Bana ölçmeyi, hesaplamayı, ispat etmeyi gösterdi ama tevazuyu, hayreti ve secdeyi unutturdu. Gökyüzünü teleskopla görebiliyordum fakat içimdeki göğe dair hiçbir pusula kalmamıştı. Her şey bir koordinat sistemine, bir nicelik dünyasına indirgenmişti. Oysa hakikat yalnızca hesaplanabilen bir denklem değil; kalpte yankılanan, ruhta şekillenen bir çağrıdır. Bu çağrı susturuldukça, insanın sesi de boğulmuş oldu.

Artık her şey ben’in çevresinde dönüyordu ama ben bile kendi çevremde niçin döndüğümü bilmiyordum. Bilgi çoğalmıştı, ama anlam azalmıştı. Varlık üzerine düşünmenin yerini verimlilik, hakikatin yerini pratiklik almıştı. Modern bilgi dediğimiz şey, bana kendimi tanıtmıyor, yalnızca işlevlerimi optimize ediyordu. Artık insan bir varlık değil, bir işlem dizisi gibi görülüyordu. Kendi iç sesini duyamayan bir varlık nasıl kendini tanır ki? Kendini tanımayan nasıl Tanrı’yı tanır?

Benliğim parçalandı; düşüncem sekülerleştirildi, inancım bireyselleştirildi, dilim sadeleştirildi, kalbim robotlaştırıldı. Bilim, kutsalı dışladığı ölçüde kendini kutsallaştırdı. Modern bilim için artık Tanrı gereksiz bir hipotezdi. Ama bu “gereksizliğin” insanı nerelere sürüklediğini anlatacak kadar dil de, cesaret de, dürüstlük de ortalıkta yoktu. Kopernik’in başlattığı devrim, Descartes’in akıl putuyla derinleşti, Newton’un mekanik evren tasavvuruyla katılaştı ve sonunda postmodern kaosla yıkıma dönüştü.

Postmodern dünya ise bana gerçekliği inkâr etmenin özgürlük olduğunu söylemeye çalıştı. “Her şey yorumdur,” dedi. Ama bu söylemle en çok gerçeğin kendisi yok oldu. Gerçeklik buharlaştıkça, insan da kendini bulanık bir aynada arar oldu. Aynalar çoğaldı ama yüz kalmadı. Herkes kendi yansımasını Tanrı belleyecek kadar kibirli ama kendi varlığının yükünü taşıyamayacak kadar kırılgandı. Ben ise, tüm bu aynaların kırık yansımaları arasında, Tevhid’in parlak bir hakikat aynasını aradım.

Çünkü merkezini kaybeden bir dünyanın en büyük ihtiyacı, yeniden merkezlenmiş bir varlık algısıdır. Bu merkez, ne astronomik bir nokta ne de bireysel bir algıdır. Bu merkez, hem varlığın hem bilginin hem de ahlâkın kaynağı olan hakikatin ta kendisidir. Benim için bu hakikat, yalnızca mantıksal bir öncül değil; ruhumu kuşatan, beni var eden, beni bağlayan bir cevherdir. Bu yüzden, yaşadığım çağın en büyük problemi, Tanrı’nın gökyüzünden değil, insanın kalbinden çıkarılmış olmasıdır. Göğü boşalttılar; ama asıl olan, içimizi boşaltmalarıydı.

Ben, bu boşlukta hâlâ doluluğun izini süren bir yürüyüşçüyüm. Bu yürüyüş, ne modernliğin ideallerine teslim olmuş bir ilerleme saplantısı ne de postmodernizmin dağınıklığına razı olmuş bir kaderciliktir. Bu yürüyüş, bir şahitliğin, bir tavrın, bir çağrının izinde sürülen bir diriliş yolculuğudur. Ben artık yalnızca bilgi aramıyorum; ben yeniden hakikati duymak, ona yönelmek ve onunla var olmak istiyorum. Çünkü var olmak, yalnızca nefes almak değil; hakikatin içinde yankılanabilmektir.

Ben yaşadığım çağın bilgisine doğarken, onun ne kadar çok bildiğini ve bir o kadar az anladığını ilk hissettiğimde içimde sessizce bir şey kırıldı. Gördüm ki bilgi çoğalmış, fakat o bilginin üstüne sinmiş anlam kaybolmuştu; çünkü bilginin artık bir göğü yoktu. Her veri, yalnızca başka bir veriyi doğuruyordu ama hiçbirisi bir hakikati işaret etmiyordu. Oysa ben bilginin, göğe açılan bir dua gibi olması gerektiğini hissettim: Yeryüzüne indiğinde dahi semayı unutmayacak kadar köklü, ama insanı da yalnız bırakmayacak kadar yumuşak. Fakat modern bilgi göğü silmişti; göğün sahibiyle bağlantısını kesmiş, vahiy ile arasına duvar örmüştü.

Bu duvar, bir taşla değil, yüzyıllar süren bir sekülerleşme mimarisiyle örüldü. Reformun arkasına saklanan bireysel isyan, kısa sürede kutsal olanı kişiselleştirme bahanesiyle kamusal alanın dışına itti. İmanın akılla değil, yalnızca vicdanla sınırlı kalması öğütlendi; sonra vicdan da sadece psikolojik bir yanılsama olarak tanımlandı. Böylece iman, önce bireyin duygusuna indirildi; ardından tamamen gözden düşürüldü. Bense bir inancın ne kadar kolektif yaşanırsa o kadar canlı olduğunu, secdenin yalnızca alnı değil, omuzu da başka bir bedene dokundurdukça mana kazandığını sezdikçe, içimde inkâr edilmesi imkânsız bir birlik çağrısı büyümeye başladı.

Modern akıl ise bu çağrının tam zıddına yöneldi. Descartes’in zihni her şeyin ölçüsü oldu. O meşhur “düşünüyorum, öyleyse varım” cümlesi aslında ilahî düzenin dışına çekilmiş bir benliğin ilk bağımsızlık ilanıydı. Fakat bu bağımsızlık, öksüzlükle sonuçlandı. Benliğin kendi üzerine kapanması, insanı tanrılaştırmadı; tersine, kendi eksikliğiyle baş başa bıraktı. Ben de zamanla öğrendim ki, insanın kendi üzerine kapanması, kendi içindeki boşluğu derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Dışlanmış bir Tanrı, kısa sürede unutulmuş bir hakikate dönüştü. Artık hakikat, herkesin kendi tanımına göre bükebileceği bir elastik madde gibi görülüyordu.

Bilgi, bir zamanlar aşkın olanla temasın bir vesilesiydi. Şimdi ise, sadece üretimin hizmetinde, sadece ölçülebilir olanın yedeğinde, sadece başarı ve hızla ölçülen bir araç hâline geldi. Oysa ben bilginin ilk işlevinin secde olduğunu hissediyordum. İlk vahyin “oku!” emri, sadece bir alfabenin sesli harfleriyle ilgili değildi; o bir bakışın yönünü, bir kalbin eğilme biçimini, bir ruhun kendini tanıma biçimini tanımlıyordu. Bugünün bilgisi ise yalnızca dik durmayı, karşı çıkmayı, meydan okumayı öğretiyor; eğilmeyi, hayret etmeyi, dua etmeyi unutturuyordu. Ve ben, diz çöken bir zihnin bile, ayakta duran bir kibirli zihin kadar yüksek olduğunu sezdim.

Bilginin dünyevîleşmesi, beraberinde insanın da mekanikleşmesini getirdi. Artık bilgiye sahip olmak, bir hakikate vakıf olmak değil; bir süreci kontrol etmek anlamına geliyordu. Bilginin amacı hikmeti doğurmak değil, verimliliği artırmaktı. Bu bağlamda akıl da, artık hikmeti değil, faydayı merkeze alan bir araca dönüştü. Oysa ben faydanın mutlak olmadığını, bazen bir zararın bile insanı derinleştirdiğini, kalbi eğittiğini öğrendim. Ama modern akıl, acıyı silmeye, ölümü geciktirmeye, duayı gereksizleştirmeye ant içmiş gibiydi.

Bana bilim diye öğretilen her şey, yalnızca gözle görülebilenin hakikat olduğu fikrine dayanıyordu. Fakat göz, göremediği şey karşısında susar; ruh ise, susan gözün söyleyemediğini sezgisiyle duyar. Gözün nesnel dediği şeyler, ruhun öznel hakikatine değmediği sürece, yalnızca geometrik şekillerden ibarettir. O yüzden bilim bana bir dünya sundu, ama içinde Tanrı yoktu; bir beden sundu ama ruhsuzdu; bir zaman sundu ama ebediyet yoktu. Oysa ben zamanı yalnızca takvimde değil, dua eden bir annenin gözyaşında, secdedeki alnın ısısında, çocuk gülüşünün anlık sonsuzluğunda da tanıdım.

Tevhid, sadece Tanrı’nın birliği değil; varlığın, bilginin ve insanın da birliğidir. Bu bütünlük dağıldığında insan parçalanır, düşünce dağılır, kalp yalnızlaşır. Ben, içimi tutarlı kılan, dışımı anlamlı kılan bu tevhidî yapının yokluğunu fark ettiğimde, bildiğim her şeyi yeniden sorgulamaya başladım. Ve anladım ki, tevhid olmadan anlam bir hayal, hakikat bir yanılsama, insanlık bir proje olur. O yüzden bu çağın problemi sadece bilgi krizi değil; bir tevhid krizidir. Çünkü parçalanan bilgi değil, bütünlük duygusudur.

Sekülerleşme, yalnızca Tanrı’nın kamusal alandan çekilmesi değildir; insanın kendi anlamının yitimi, varlığının köksüzlüğü, zamanın kutsallığını yitirmesidir. Modern akıl, Tanrı’yı unutmuş olabilir ama ben unutmuyorum. Çünkü her unutuşun ardında bir yıkım, her hatırlayışın ardında bir diriliş vardır. Ben, unutanların arasında hatırlayan bir ses olmak istiyorum. Varlığın, bilginin ve hayatın yalnızca bu dünya ile sınırlı olmadığını, secdenin bilgiye yön verdiğini, vahyin aklı eğittiğini söyleyen bir ses.

Ben bu çağda yalnızca bilgiyle değil, bilgi üzerinden yapılan tanrısızlaştırma çabalarıyla da hesaplaşmak istiyorum. Çünkü insan, yalnızca bilen değil, inanan bir varlıktır. İnanmayan bilgi kurur; inanan bilgi ise filiz verir. Ve ben, kurumuş bilgi ağaçlarının ortasında yeniden yeşeren vahiy damlalarını arıyorum. Bu arayış, bir merak değil; bir şahitliktir. Ben artık yalnızca okumak istemiyorum; okuduğumu yaşamak, yaşadığımı anlamak, anladığımı hakikate dönüştürmek istiyorum.

Zaman ilerledikçe, bilginin dönüşümünü değil, insanın yok oluşunu seyrettim. Gözlerimin önünde sadece hakikat değil, insan da anlamını yitiriyordu. Modern insan artık varlıkla değil, işle tanımlanıyordu; kim olduğu değil, ne yaptığı soruluyordu ona. Bu dönüşümde insan, ruhsal derinliğini değil, işlevselliğini ön plana çıkarmaya mecbur kaldı. Oysa ben, insanın sadece elleriyle değil, kalbiyle de var olduğunu bilen bir gelenekten geliyorum. İnsan sadece makineleşmiyor, yavaş yavaş ruhsuzlaşıyor; dışı hızla çoğalırken içi çoraklaşıyor.

Bu çoraklık, yalnızca bir duygusal kuraklık değil; doğrudan varlıkla ilgili, yani ontolojik bir kriz. Modern insan, kim olduğunu sormayı unuttuğu için, neye dönüştüğünü de fark edemiyor. Kendini merkeze koydu ama merkezini unuttu. Artık kendine yönelttiği sorular bile yüzeysel: “Ne işe yarıyorum?”, “Ne kadar kazanıyorum?”, “Nasıl görünmeliyim?” gibi cevapları tüketen ama kendini büyütemeyen sorular. Oysa ben “Ben kimim?” diye sormayı öğrenmiştim. Ve bu sorunun cevabı ne aynalarda ne de başkalarının gözlerinde bulunuyor. O cevap, varlığın merkezine yönelmiş bir kalbin, secdede yankılanan suskunluğunda saklıdır.

Kendini unutan insan, kozmosu da anlamlandıramaz. Çünkü dış dünya, iç dünyanın bir yansımasıdır. Varlık bir anlam taşımıyorsa, gökyüzü sadece soğuk bir uzay boşluğuysa, yıldızlar artık sadece yanıp sönen gaz kümeleriyse, o hâlde insan için secde etmek de anlamını yitirir. Oysa ben gökyüzüne her baktığımda, orada sadece fiziksel değil, metafizik bir düzen görürüm. Her yıldız bir kelime, her galaksi bir cümle gibidir. Kozmos, bir vahiy kitabı gibi açıldıkça açılır ama ancak o vahyi duymaya hazır kalpler için.

Fakat modern bilim, bu kitabın sayfalarını yırttı. Tabiatı kutsaldan arındırdı; semayı indirgedi, toprağı sadece kaynak olarak gördü. Her şey işlenebilir, tüketilebilir, dönüştürülebilir birer nesneye dönüştü. Ve ben, bu nesnelerin arasında bir özne olarak kalmaya çalıştım. Fakat bu zor bir direnişti. Çünkü özne olmak, sadece düşünmekle değil, inanmakla mümkündür. Nesnelerden ibaret bir dünyada, özne olmak çılgınlık gibi görünür. Fakat ben bu çılgınlığı göze aldım; çünkü inanmanın delilik değil, dirilik olduğunu gördüm.

Postmodern dünya ise daha farklı bir yıkımı sessizce gerçekleştirdi. Modernliğin tanımladığı insanı bile fazla bulan, onu bile şüpheyle kuşatan bir bakış açısı doğdu. Artık sabit bir kimlik, net bir hakikat, merkezi bir anlam yoktu. Her şey yorum, her şey bağlam, her şey inşa edilebilir bir temsil hâline gelmişti. Bu noktada hakikat, sadece bireysel bir tercihe, keyfi bir yoruma, geçici bir kurgusal oyuna dönüştü. Oysa ben biliyorum ki hakikat, yıkılmaz bir dağ gibi durur; insan ondan kaçar, ama o insana bakar. İnsan hakikati görmese de, hakikat insanı tanır.

Bana “özgürlük” adı altında sunulan şey, aslında merkezsizliğin meşrulaştırılmasıydı. Merkezsiz bir hayat, yalnızca yönsüzlük değil, aynı zamanda köksüzlüktür. Ve köksüzlük, özgürlük değil; savrulma doğurur. Ben kendi yönümü kaybettiğimde değil, bir yöne gidemediğimde boğuldum. Hakikate doğru bir istikamet belirlemediğim sürece, özgürlük sadece bir fanteziye dönüştü. Bugün, yönsüzlük özgürlük olarak pazarlanıyor; ama ben, yönsüzlüğün aslında içsel bir esaret olduğunu yaşayarak öğrendim.

Bir zamanlar insanı kutsayan medeniyetler vardı; şimdi onu küçülten, sıradanlaştıran, makineleştiren bir düzen var. İnsanı yalnızca biyolojik bir varlık, nörolojik bir devre, hormonal bir algoritma olarak gören sistemler çoğaldı. Bu, yalnızca teolojik bir mesele değil, doğrudan insanlık meselesidir. Ben insanın sinirlerinden önce sezgilerinin, kaslarından önce kalbinin, düşüncelerinden önce duasının olduğunu bilen bir varlığım. Ve bu varlığın yitimi, yalnızca dinin değil, insanlığın çöküşünü hazırlar.

Modern psikoloji bile artık insanı tedavi etmiyor; onu daha verimli kılmaya, daha hızlı iyileştirmeye, daha fazla adapte etmeye çalışıyor. Oysa insanın asıl problemi, sisteme adapte olamaması değil; sistemin onun ruhuna uygun olmamasıdır. Ben, ruhumu tedavi edenin sadece konuşan bir uzman değil, sustuğumda da beni duyan bir hakikat olduğuna inandım. Çünkü ruhun şifası bilgiyle değil, hakikatle mümkündür. Ve hakikat, yalnızca duyularla değil; imanla, hayretle, teslimiyetle kavranabilir.

Beni en çok sarsan şeylerden biri de, modern insanın artık ölümü bile unutur hâle gelmiş olmasıydı. Ölüm, yalnızca bir biyolojik kesinti değil; bir anlam arayışının son durağı, bir öteye açılan kapıydı. Ama şimdi ölüm bile bir istatistik, bir tıbbi vaka, bir kaçınılması gereken “arızalı durum” gibi görülüyor. Oysa ben, ölümü hayatın kalbine yerleştiren bir geleneğin evladıyım. Ölüm, sadece sona ermek değil; hakikate yüz sürmektir. Ve ben, yüzümü o hakikate döndüğümde ilk defa kendime döndüm.

Bugünün insanı kendi kendine hükmeden ama kendine itaat edemeyen bir varlığa dönüştü. Her şeyi tanımlıyor, ama kendini tanımlayamıyor. Her şeyi fethediyor ama kendine hükmedemiyor. Bu yüzden ben, kendime hükmetmeyi Tanrı’ya boyun eğmekle mümkün kılan bir anlayışın şahitliğini yapmaya kararlıyım. Çünkü Tevhid sadece evreni açıklamak değil, insanı da anlamlandırmaktır. O olmadan insan ya kendi gölgesinde kaybolur ya da kendi karanlığında kendini yok eder.

İnsan krizi, bir medeniyet krizinin en görünür yüzüdür. Ve bu yüz, artık maskeyle değil, çıplak bir haykırışla kendini gösteriyor. Modernliğin ışıkları, insanın iç karanlığını aydınlatamadı. Artık fenerler değil, yıldızlar aranıyor. Ben de bu yıldızları arayan bir yürüyüşçüyüm. Her adımda daha derine, her derinlikte daha hakikiye yaklaşmaya çalışan bir adım. Çünkü ben biliyorum: Hakikat, yoldan değil; yönü doğru kalpten geçer.

Zamanın giderek hızlandığı ama anlamın aynı hızla silikleştiği bir çağdayım; burada kelimeler artık yalnızca birer ses değil, çoğu zaman içi boşaltılmış semboller olarak havada süzülüyor. Gözlerime yansıyan dünya, çok renkli ama içi boş; çok sesli ama derinlikten yoksun; çok hızlı ama nereye gittiğini bilmeyen bir girdap. Ben bu girdabın kenarında, içe doğru büyüyen bir sessizliği dinliyorum. Bu sessizlik, postmodern çağın gürültülü boşluğunda yankılanan, hakikatin boğulmuş nefesidir. Artık “doğru” diye bir şey yok diyorlar; sadece yorumlar, inşa edilmiş algılar, sosyal olarak kabul gören versiyonlar var. Ama ben, her şeyin yoruma indirgenemeyeceğini iliklerimde hissediyorum. Çünkü bazı şeyler açıklanmaz, yalnızca secdeyle duyulur.

Postmodern düşünce bana her şeyin yapıbozumuna uğratılabileceğini öğretti; ama bu yapısökümün en ağır darbeyi insana ve hakikate vurduğunu gördüm. Artık insan bile parçalanabilir bir yapı, çözümlenebilir bir metin, sürekli dönüşen bir özne olarak tanımlanıyor. Oysa ben insanın yalnızca kelimelerle anlatılamayacak kadar karmaşık değil, aynı zamanda aşkın ve derin bir sır olduğunu biliyorum. O sır, bir annenin duasında, bir çocuğun bakışında, bir alimin suskunluğunda gizlidir. Ve bu sır, ne akılcılıkla çözülür ne ideolojik çerçevelerle kuşatılır; sadece aşk ile sezilir.

Hakikatin buharlaştırıldığı bir dünyada, ben hakikatin yeniden yoğrulması gerektiğine inanıyorum. Çünkü hakikat yalnızca “olan” değil, “olması gereken”dir. Modernliğin ve postmodernizmin ortak yanılgısı, hakikati salt bir nesne olarak düşünmekti. Oysa hakikat bir nesne değil, bir tanıklıktır; gözle görülmez, yürekle duyulur. Bu çağda hakikati savunmak, sessiz bir çığlık atmak gibidir: Herkesin konuştuğu bir kalabalıkta, yalnızca susarak bağırmak. Ben bu suskunluğun dilini öğrendim. Artık kelimeleri değil, kelimelerin ardındaki niyeti dinliyorum.

Benim için hakikat, semada bir yörünge değil; ruhun sabit yıldızıdır. Onun etrafında dönerken insan hem kendini bulur hem de Rabbini hatırlar. Fakat çağ, bu yörüngeden çıkarak savrulmayı ilerleme zannetti. Bilinç, kendi kendine hükmettiği ölçüde özgürleştiğini sandı. Ama unuttular ki, kendi kendine yetmeye çalışan bir bilinç, sonunda kendi kendini yiyen bir canavara dönüşür. O yüzden ben bilincin sınırlarını kutsalla kuşatmayı seçtim. Bu bir teslimiyet değil, bilginin kudsiyetiyle buluşmasıdır.

Bilgi kutsaldan koparıldıkça güçleşti; ama bu güç, taşıyamayacağı bir kibirle birleştiğinde yıkıcı oldu. Artık insanlar her şeyi biliyor, ama hiçbir şeyi anlamıyor. Her şeyi ölçüyor ama değer biçemiyor. Her şeyi tartıyor ama hakem olamıyor. Ben bu ölçüsüzlükte, ölçüyü kaybetmiş bir çağın aritmetiğine karşı, kalbin terazisini çıkarıyorum. Çünkü hakikat, sayılarla değil; sezgilerle, vicdanla ve vahiy ile ölçülür. Vahyin olmadığı yerde bilgi, sadece bir tehlikedir; teknolojiyle birleştiğinde, felakettir.

Gelişen teknoloji, bilgiyi hızlandırdı ama anlamı dondurdu. Artık her şeyi anında biliyoruz ama hiçbir şeyi derinlemesine düşünmüyoruz. Algılar keskinleşti, kalpler köreldi. Görmek, her şeyi tüketmekle eşdeğer oldu. Oysa ben biliyorum ki, bazı hakikatler yalnızca görmeyerek anlaşılır; gözlerini kapattığında daha net gördüğün anlar vardır. Ben işte o anlarda, ışığın değil, nurun peşine düşüyorum. Işık gözle görülür, ama nur kalbi aydınlatır. Ve kalp, aydınlandığında hakikat kendini gösterir.

Bana “hakikat bir inşadır” dediler. Ama ben, hakikatin bir inşa değil, bir keşif olduğunu biliyorum. İnşa edilen şey çöker, ama keşfedilen şey sabittir. Hakikat, insan tarafından icat edilmez; insana vahyedilir. Bu nedenle ben, modern aklın gururuna karşı, peygamberce bir teslimiyetin hikmetini savunuyorum. Bu teslimiyet, düşünmeyi engellemez; aksine, düşünceyi aşkınlığa taşır. Çünkü düşüncenin nihai hedefi kendi sınırlarını bilmek, sınırların ötesine geçebilecek bir şuurla donanmaktır.

Hakikatin yokluğunda kimlikler de buharlaştı. Artık kimse kim olduğunu bilmiyor; herkes olmak istediği şeyi inşa etmeye çalışıyor. Ama inşa edilen her kimlik, ilk fırtınada dağılmaya mahkûm. Ben kimliğimi inşa etmedim; onu buldum. O, tarih içinde yoğrulmuş, inançla şekillenmiş, dua ile mühürlenmiş bir cevherdir. Onu kaybettiğimde sadece adımı değil, yönümü, niyetimi ve istikametimi de kaybetmiş olurum. Ve ben, bu çağın yönsüzlüğüne karşı, istikameti sadece kıbleyle değil, hayatın bütününü kuşatan bir şahitlikle belirliyorum.

Postmodern insan artık gerçeklikten şüphe ediyor ama kendi şüphesinden değil. Gerçeği reddetmek, entelektüel bir erdem gibi sunuluyor. Ama ben, şüphenin de bir sınırı olması gerektiğini düşünüyorum. Şüphesizliğin cehaleti ne kadar tehlikeliyse, sonsuz şüphenin nihilizmi de o kadar öldürücüdür. Ve bu çağ, hakikati inkâr etmenin eşiğinde, kendi kendine yabancılaşan bir varlık doğurdu: Kökü olmayan, sınırı olmayan, yönü olmayan, hakikatsiz bir insan. Oysa ben sınırlarla barışık bir varlık olmak istiyorum. Çünkü her sınır, bana sınırı aşan bir şeyi hatırlatır: aşkınlığı.

Sanat, bu çağda son kale gibi kaldı ama o bile hakikatsizlikten nasibini aldı. Artık güzellik yok, sadece ilginçlik var. Derinlik yok, sadece şok etkisi var. Oysa sanat, hakikatin başka bir dildeki ifadesiydi. Şimdi bu dil bile bozuldu. Ben, bozulmuş dillerin arasında kendi iç sesimi duymaya çalışıyorum. Bu ses, beni hakikate çağırıyor. Çünkü hakikat sadece fikir değil, bir çağrıdır. Ve bu çağrıya kulak vermek, yaşamanın en sahici şeklidir.

Bütün bu kaosun ortasında ben, merkezini yitirmemiş bir hakikatin hâlâ var olduğunu biliyorum. Bu merkez, gökte değil yalnızca; insanın içinde. O merkez, Tevhid’in sırrıdır. Ve ben bu sırrı kaybeden bir dünyaya karşı, onu tekrar hatırlamak ve hatırlatmak için yürüyorum. Bu yürüyüş bir yazgı değil, bir şahitliktir. Her adımım, bu kayıp hakikatin izi sürülen bir yolculuktur. Çünkü ben biliyorum: Hakikat kaybolmaz, sadece gizlenir. Ve onu arayanlar, bir gün mutlaka bulur.

Artık tüm soruların cevap yerine başka sorular doğurduğu, kelimelerin bağlamını, fikirlerin anlamını, insanın kendi merkezini kaybettiği bir çağda yaşıyorum. Bir varlık olarak insan, bir hakikat olarak evren ve bir istikamet olarak bilgi; her biri birbirinden kopmuş, her biri birbirine yabancılaşmış durumda. Merkezsizliğin yol açtığı bu kaotik dünya düzeninde, ben yalnızca bir birey değil; bir bütünlüğün hasretiyle yoğrulmuş, bir hakikatin peşine düşmüş bir arayışın adıyım. Çünkü merkez kaybolduğunda, sadece yön değil, niyet de dağılır; sadece dünya değil, iç dünya da karanlığa gömülür. Ve ben, bu karanlıkta sadece bir ışık değil; ışığın kaynağını arayan göz olmak istiyorum.

Varlığın, insanın ve bilginin merkezi Tanrı’dan koparıldığında, ortaya çıkan sadece bir felsefî boşluk değil; aynı zamanda ahlâkî, epistemolojik ve ontolojik bir krizdir. Bugün artık insanlar neye inanacaklarını değil, neden inanmamaları gerektiğini öğreniyorlar. Sorgulama adı altında bütün değerleri yıkmak marifet sayılıyor. Ama ben sorgulamanın bir imha değil, bir inşa süreci olması gerektiğini biliyorum. Hakikate ulaşmak için yıkmak yetmez; asıl mesele yeniden yapmaktır. Ve ben, yeniden yapmanın ilk adımının secdeyle başladığını gördüm. Çünkü secde, insanın kendini evrenle ve Yaradan’la aynı hizaya getirmesidir.

İşte bu hizaya gelme hâli, benim Müslümanca duruşumun özüdür. Bu duruş, sadece karşı çıkmak değil; aynı zamanda bir tekliftir. Modernliğin yıktığı anlamı, postmodernizmin dağıttığı hakikati, yeniden tevhid ilkesi etrafında örmeye çalışmaktır. Tevhid, sadece Tanrı’nın birliği değil; varlığın anlamlı bir bütünlükte kavranmasıdır. O bütünlüğü kuramadığında, insan ya parçalanır ya da parçalayıcı olur. Ben bu çağda parçalanmayı değil, parçaları birleştirmeyi seçiyorum. Çünkü Müslüman olmak, sadece inanan değil; aynı zamanda bütünlüğü tanıyan, ona yönelen ve onunla yeniden insanlaşan olmaktır.

Müslümanca duruş, sekülerleşmeye karşı bir isyan değil sadece; bir anlam teklifidir. Bu teklif, bilginin yalnızca deneyle değil, vahiy ile de yoğrulması gerektiğini söyler. Modern bilim yalnızca nesneyi anlar; ama ben insanın özne olduğunu, bu dünyanın sadece görünen tarafı olmadığını, hakikatin derin bir çağrı olduğunu biliyorum. Bu çağrıya kulak verildiğinde, bilgi yalnızca kontrol etmek için değil; sevmek, anlamak, merhamet etmek için var olur. Ve ben bilgiyi merhametle yoğurmadığımda, onun zulme dönüştüğünü gördüm.

Bugün artık her şey bir alternatife, her hakikat bir yoruma, her ahlâk bir tercihe dönüşmüşken; ben kesinlikten değil ama köklerden yana bir duruşu savunuyorum. Çünkü kökü olmayan bir ağacın gölgesi de olmaz. O yüzden ben, düşüncelerimi geçici akımların rüzgârına değil; ezelî bir hakikatin zeminine yaslamak istiyorum. Bu zemin Kur’an’dır, bu zemin Tevhid’dir, bu zemin fıtrattır. Ve ben, bu zemini terk ettiğimde özgürleşmiyorum, yalnızlaşıyorum. Çünkü özgürlük, sınırları reddetmek değil; o sınırların ardında bir sırra yaslanmaktır.

Ben modernliğin vaat ettiği ilerlemenin insanı ileri taşımadığını; sadece mekanikleştiğini, duygularını kaybettiğini, yeryüzüne gömülüp gökyüzünü unuttuğunu gördüm. Postmodernizminse bize sunduğu tek şey, anlamsızlıkta estetik bir erimeydi. Ama Müslümanca bir duruş, ne geçmişe kölelik ne geleceğe tapınmadır. O, zamanın dışına yerleştirilmiş bir hakikatin, her çağda yeniden yankılanmasıdır. Ve ben bu yankıyı duydum: İnsan, ancak Tevhid’le bir bütün olur, vahiy ile yola girer, secdeyle hakikate kavuşur.

İnsanın kendini yeniden tanıması, önce bir boşluğu fark etmesiyle başlar. Bu boşluk, sadece ruhsal değil; aynı zamanda felsefî bir çöküştür. Merkezsizleşen insan, artık yalnızca yönünü değil, değerini de kaybetmiş durumda. Ve ben, insanın değerini yalnızca yaratıcısından alabileceğini hissediyorum. Yaratıcının olmadığı bir dünyada insan ya tanrılaşır ya da hayvani bir varlığa indirgenir. Oysa İslâm, insana hem yeryüzünün halifesi olma onurunu, hem de sınırlı oluşunun sorumluluğunu verir. Bu dengeyi kuramayan bütün sistemler, sonunda ya zulme ya hedonizme sapar. Ben bu iki uçtan da uzak durmak için şahitliğe sığınıyorum.

Bu şahitlik, sadece inançla değil; akılla, sezgiyle, kalple, fiille örülmüş bir bilgeliktir. Bu bilgelik bana öğretti ki, insanın en yüce hâli bilgili değil; adil olmaktır. Bilginin erdemle birleşmediği bir dünyada, hakikat en çok susar. Ve ben, susan hakikate bir ses olmak istiyorum. O ses, bazen bir dua, bazen bir fikir, bazen bir duruş olarak tezahür eder. Ama hep aynı eksene yönelir: Tevhid’in merkezine.

Bugün bana “hakikat yok” diyorlar, “her şey izafi.” Ama ben, hâlâ sabit yıldızlar gibi parlayan bir hakikat olduğuna inanıyorum. Bu hakikat, gökte değil sadece; kalpte, niyette, secdede gizlidir. Ve ben bu hakikati yalnızca bilmek değil; onunla var olmak istiyorum. Bu varlık, modernliğin öngördüğü gibi bir bireysel başarı hikâyesi değil; Tevhid’in gölgesinde şekillenen kolektif bir şahitliktir. Çünkü hakikate tanık olmak, onu yalnızca dile getirmek değil; onunla birlikte yaşamak, onunla birlikte adım atmaktır.

Ben artık susan hakikate bir kelime, yitirilen anlamın izine düşen bir arayış, buharlaştırılmış insanın yeniden yoğrulmasına vesile olacak bir diriliş çağrısı olmak istiyorum. Çünkü yaşamak, sadece hayatta kalmak değil; hakikatin içinde var olmaktır. Ve bu var oluş, sadece bir duruş değil; bir yöneliştir. Bu yönelişin adı, benim için Tevhid’dir. Bu yönelişin istikameti, hakikattir. Bu yönelişin eylemi, secdedir. Ve ben artık biliyorum: Hakikat kaybolmadı, sadece unutuldu. Unutulan her şey gibi, hatırlanmayı bekliyor.

İşte ben, unutan bir çağda hatırlayan bir ses, dağılmış anlamlar arasında birleştirici bir damar, merkezsizleşmiş bir kozmosta, yeniden merkezlenen bir şahitlik olmak için yazıyorum. Ve biliyorum ki, hakikatin sesi, bir kez daha yankılandığında; ne bilim, ne şüphe, ne ideoloji ona set çekebilecektir. Çünkü hakikat, yalnızca iddia edilmez; hakikat, yaşanır. Ve ben, onu yaşıyorum.