Kudüs ve Gazze’nin üzerinde yankılanan sessizlik, sadece patlamamış bir bombanın bıraktığı boşluk olarak kalmadı benim içimde. Bu sessizlik, benden başlayarak bütün ümmete sirayet etmiş bir inkâr, bir unutuş, bir umursamazlık biçimine dönüştü. Her sabah gözlerimi açtığımda, başucumda duran o sessizlik bana bir uyarı, bir ikaz, bir hatırlatma gibi görünmeye başladı. Gazze’nin yanan sokaklarını izlerken, bir çocuğun gözlerindeki korkunun, kendi gözlerimdeki alışkanlığa karşı bir çığlık olduğunu fark ettim. Kudüs benim için hiçbir zaman yalnızca haritada işaretli bir alan olmadı. O yer, yeryüzünde en çok değer verilmesi gereken yön, ruhun istikameti, kalbin kıblesi oldu. Her yıkıntının altında molozlardan çok daha ağır şeyler yattığını içimde hissettim. Ümmetin unuttuğu sorumluluklar, terk ettiği ahitler ve sustuğu hakikatler o taşların altında sessizce beklemekteydi. Ben o sessizliğe kulak verdim. Ne zaman susmaya çalışsam, içimde bir haykırış duyuldu. Ne zaman uzak kalmaya çalışsam, Kudüs beni geri çağırdı. İçimde taşıdığım o çağrının izini sürecek başka bir yön, başka bir şehir, başka bir yoldaş bulamadım. Kudüs, sustukça büyüyen bir borç gibi içimde ağırlaştı. Bu borcu ödemek için ne bir orduya ihtiyaç hissettim ne bir kürsüye. Sadece kalbimi açmam, gözlerimi silmem ve secdede kıbleme dönmem yetti. Çünkü Kudüs’le yüzleşmek, aslında kendimle hesaplaşmak demekti. Ben o hesaplaşmadan kaçmadım. Her unutulmuş sure, bana Gazze’nin duvarında silinmiş bir ayet gibi görünmeye başladı. Her sessizlik, zalimin hanesine yazılmış bir alkış gibi içimde yankılandı. O yankı beni sarstı. Beni çağırdı. Ve ben o çağrıyı yalnızca duymadım, hayatımın yönünü değiştirecek kadar derinden hissettim. Bu yüzden artık Kudüs benim için sadece bir şehir değil, her sabah içimde dirilen bir direniştir. Ve bu direniş, beni dönüştürdü. 

Gazze, ekranda gördüğüm yıkıntıların ötesinde bir manaya sahip oldu benim için. Her çocuğun attığı taş, sadece bir savunma hareketi değil; içimdeki donmuş hakikati uyandıran bir işaret fişeğiydi. Her annenin yakarışı, sadece bir ağıt değil; kelimelerin diz çöktüğü yerde yükselen ilahi bir sesti. Ben o sesin yankısını kalbimde duyduğumda, artık susamaz oldum. Kalbimin içinden yükselen kıyam çağrısı, bütün sessizliklerimi boğarak beni harekete geçirdi. Ne zaman gözlerimi kapatsam, yıkılan bir minaredeki ezanın hâlâ susmadığını duydum. Ne zaman başımı eğsem, taşların altından bana uzanan bir el hissettim. O el, sadece yardım isteyen bir el değil; bizzat benim sorumluluğumu hatırlatan bir tanıklıktı. Kudüs benim için haritada çizili bir sınır değil, kalbimde yeniden doğan bir hakikat merkezi haline geldi. Ve bu hakikat beni yalnız bırakmadı. Her adımda içimde bir yön duygusu, bir iman haritası oluştu. Her suskunluk beni yokluğa değil, yeniden düşünmeye sevk etti. Artık neyi niçin unuttuğumu, hangi hakikate neden kör kaldığımı sorgulamaya başladım. Ve bu sorgu, beni inşa etti. Sessizliğin acısını yaşadım. Suskunluğun yükünü omzumda hissettim. Ama yine de içimde dirilen her kıyam, beni yeni bir secdeye taşıdı. Çünkü artık biliyorum ki Kudüs için ayağa kalkmak, yalnızca oraya varmak anlamı taşımıyor. Asıl mesele, içimizdeki yönsüzlüğü kıbleye dönüştürmektir. Ve ben o dönüşü yaşadım. Bu yazı, işte bu dönüşümün tanıklığıdır. Her kelimesi, içimde bir kıyamın yankısıdır.

Direniş kelimesi uzun yıllar boyunca yalnızca cephede tutulan nöbet, elde taşınan silah ya da tanklara karşı atılan taş olarak zihnimde yankılanmıştı. Oysa ben öğrendim ki direnişin asıl başladığı yer, insanın kendi içidir ve bu içteki ilk kıyam, kalbin korkularına karşı kalkışıdır. Kudüs’ün çağrısı bana dışarıdan değil, içeriden geldi. Gazze’deki çığlık, kulağımdan önce vicdanıma değdi. Ve ben, o çağrının içinde ezilen bir ses olarak sustuğum her anın hesabını sormaya başladım kendime. Her sustuğum gün, içimdeki bir parçayı kaybettim. Her bakışımı kaçırdığım an, bir çocuğun gözünde sönmeye yüz tutmuş umut olarak karşıma çıktı. Ben direnişi, yalnızca slogan atan kalabalıklarda değil, geceleri uykusunu kaybetmiş tek başına düşünen insanlarda buldum. Direniş, sabah namazına uyanmakla başladı benim için. Günün ilk secdesinde Kudüs’ü hatırlamakla, öğlenin güneşi alnıma vurduğunda hâlâ hatırda tutmakla, gün batımında ümmetin çöküşüne karşı içimde yeniden ayağa kalkmakla derinleşti. Artık bir çocuğun taşı, benim için bir metafordan ibaret olmadı; o taş, imanımın sınırlarını zorlayan bir ayet gibi zihnime kazındı. Her bomba sesi, içeride yükselen bir soruyu büyüttü: “Sen bu çağrıyı duydun, peki şimdi ne yapacaksın?” Ben sustukça, o soru büyüdü ve sonunda beni yazmaya zorladı. Direniş artık elimde bir kalemdi. Yazdığım her cümle, sessizliğe atılmış bir taş, unutkanlığa fırlatılmış bir uyarı haline geldi. İnsanlar kalabalıklar içinde kaybolurken, ben yalnızlıkta direnişi öğrendim. Herkesin uyuduğu saatlerde ben Kudüs üzerine düşündüm, Gazze’yi içimde nasıl taşıyacağımı hesapladım. Çünkü bu çağda düşmanla savaşmak kadar, kendinle yüzleşmek de direnişin ta kendisidir. Ve ben yüzleşmeyi seçtim. Kendimdeki ürkekliği, ataleti, boşvermişliği yerle bir ettim. O yıkımın ardından bir kıyam yükseldi. Bu kıyamda tekbir yoktu, ama niyet vardı. Bu kıyamda öfke yoktu, ama hakikate susamışlık vardı. Ben bu susamışlıkla ayağa kalktım ve yürümeye karar verdim. Çünkü direniş, sadece meydanda değil, kişinin kendi iç dünyasında kazandığı en mahrem savaşla başlar.

Gazze’de bir çocuk taş atarken, ben o taşı sadece elinde tuttuğu bir cisim olarak değil, içimde unuttuğum bir ayetin dışavurumu olarak gördüm. Her taş, bir hatırlatma gibi düştü yüreğime. Her taş, benden saklanan bir gerçeği açığa çıkaran işaret oldu. Her defasında düşündüm: O çocuk korkmadan yürüyorsa, ben neden düşünmeden bekliyorum? O çocuk bir kararlılıkla adım atıyorsa, ben neden hesaplara gömülüp kalıyorum? Bu soruların cevabını ararken, direnişin aslında her coğrafyada aynı ruhla başladığını fark ettim. Direnişin fiziki sınırları yoktu, çünkü kalpten doğuyordu. Bedenim bu topraklarda olabilir, ama kalbim her gün Gazze’nin yıkıntıları arasında yürüyordu. Her çatlamış duvarda susturulmuş bir haykırış, her parçalanmış oyuncakta ümmetin unuttuğu bir sorumluluk buldum. Bu görüntüler bana yalnızca acıyı değil, aynı zamanda dirilişi hatırlattı. Çünkü en karanlık yerde bile bir ışık yanabiliyorsa, orada hâlâ umut vardır. Ben bu umudu sırtladım. Sadece yazdıklarımla değil, yaşadıklarımla da bu yükü taşımaya karar verdim. Direniş bana bir gün içinde milyonlarca kez hatırlatılan modern konforlardan sıyrılmayı öğretti. Direniş bana sabretmeyi, düşünmeyi ve gözyaşını hakikate dönüştürmeyi öğretti. Artık tek bir çocuk ağladığında, içimde bir tufan kopuyor. Tek bir mabet yıkıldığında, içimde bir kıyamet kuruluyor. Ve ben o kıyametin ortasında sadece ağlamadım, aynı zamanda konuştum. Çünkü konuşmak, bazen direnmenin en kadim biçimidir. Ben konuştum. Sustum zannedildiğim her anda, içimde Kudüs’e doğru bir tekbir yükseldi. Yazdığım her cümle, işgal altındaki bir toprak gibi kazıldıkça açığa çıkan ayetler gibi bende derinleşti. Artık ne bir çocuk taşıyla yalnız, ne bir anne duasıyla sahipsiz. Çünkü ben buradayım. Ve ben, bu çağın sessizlik ordularına karşı içimde direnişi büyüten bir nöbetçiyim.

Ben şehadeti yalnızca ölüm anına sığdırmadım, çünkü onu bir son değil; başı, ortası ve her ânı içine alan bir yaşama biçimi olarak gördüm. Kudüs üzerine düşünmeye başladığım ilk günden itibaren, şehadetin yalnızca kanla değil, kalemle, sözle, susmayla ve bazen de yürüyüşle yazıldığını anladım. Çünkü insanın hakikate tanıklığı, yalnızca düşmana karşı değil, kendi içindeki korkulara karşı da bir ayakta duruştur. Ben bu duruşu, Gazze’de can veren bir çocuğun gözlerini gördüğümde öğrendim. O gözlerde bir korku değil, iman gördüm. O bakışta bir çaresizlik değil, teslimiyet gördüm. Ve işte bu teslimiyet beni derinden sarstı. Artık yaşadığım her saniye bir sorguya dönüştü. Kendime her gün sordum: “Senin imanın, bu çocukların adanmışlığı kadar cesur mu?” Bu sorunun cevabını bir cümleyle veremedim. Ama her davranışımla yeniden yazmaya başladım. Artık yürüdüğüm yolun taşları şehadetin ayetleri gibi dizilmeye başladı. Her adım bir tanıklık, her durak bir hesaplaşma, her yön değişikliği bir secdeye dönüştü. Çünkü ben anladım ki şehadet, sadece ölürken değil; yaşarken de insana izzet kazandıran bir boyun eğmeyiştir. Herkese doğru görünenin karşısında, yalnız kalma pahasına hakikatte ısrar etmek, bu çağın en büyük şehadetidir. Ve ben bu yalnızlığı göze aldım. Kalabalıkların alkışını değil, Allah’ın rızasını aradım. Hakikatin uğruna kaybetmeyi seçtim, susmam gereken yerde haykırmayı tercih ettim. Artık konfor değil, fedakârlık yolum oldu. Çünkü şehit, sadece toprağa düşen değil; yeryüzünde hakkı ayakta tutan insandır. Ben o insan olmaya niyet ettim. Ömrümü, bir secde gibi Kudüs’e doğru uzatarak yaşamaya söz verdim. İçimdeki korkak sesleri susturarak, kendimi hakikate feda etmeye hazırlandım. Ve feda edilecek en değerli şeyin, sadece can değil; zaman, emek, niyet ve yön olduğunu fark ettim. Ben yönümü Kudüs’e çevirdim. Artık o yöne yürümek, her gün kendimi yeniden şahitlik çizgisine taşımak anlamı taşıyor.

Benim için feda kelimesi, yalnızca savaş meydanlarında değil; sabahın sessizliğinde, gecenin karanlığında, kalabalıklar içinde kaybolmamayı seçtiğim anlarda anlam kazandı. İnsanların hakikatten uzaklaştığı her zamanda, ben o hakikate yakınlaşmanın yolunu kendimde aradım. Ve her yakınlaşma, bir parçanın terkini gerektirdi. Kendi içimdeki korkuyu, rahatlığı, ataleti ve bencilliği feda etmeye başladım. Çünkü feda sadece dışa yönelik bir vazgeçiş değildir; insanın kendi içindeki fazlalıklardan kurtulmasıdır. Ben bu manevi arınmanın ne kadar zor olduğunu anladığımda, Gazze’nin çocuklarının bana ne öğrettiğini bir kez daha idrak ettim. O çocuklar sadece bombalara değil, dünya üzerindeki umursamazlığa karşı da bir duruş sergiliyorlardı. Onlar adeta “biz buradayız” derken, bize “siz neredesiniz” sorusunu yöneltiyorlardı. Bu soruya cevabım önce bir suskunluk oldu. Ama o suskunluk içimde patlayan bir dirilişe dönüştü. Her seher vakti, Gazze’nin yankısı gibi kalbimde atmaya başladı. Artık kalbim yalnızca bana ait değildi. O kalpte ümmetin unutulmuş çağrısı, yetimin bastırılmış sesi, dul bir ananın dualara sarılmış umudu vardı. Ve ben artık kendimi yalnızca bir insan olarak görmedim. Ben ümmetin taşıyıcısı olduğumu hissettim. O yük ağırdı, ama onurluydu. Çünkü o yük, dirilişin anahtarıydı. Feda etmek, sadece vermekle ilgili değil; alınmamış olanın yükünü üstlenmekle de ilgilidir. Ben alınmamış nöbetleri, tutulmamış sözleri, sahip çıkılmamış hakları kendime zimmetli kabul ettim. Kudüs’e giden yol, işte bu zimmetin izini sürmekten geçiyordu. Şehadet, bu iz sürmenin en kararlı biçimidir. Ve ben o izleri takip etmeye yemin ettim. Her fısıltıya kulağımı tıkayıp, içimdeki tek sese kulak verdim. O ses bana susma, unutma, geç kalma demedi. O ses bana yürü, hatırla ve ayağa kalk dedi. Ve ben yürümeye başladım. Feda bilinciyle yürümek, sadece bir niyet değil; her gün yeniden yapılan bir ahittir. Ben o ahdi tutmaya karar verdim. Çünkü bu çağda yaşamak, sadece var olmak değildir. Bu çağda yaşamak, şahitlik etmek ve hakikate omuz vermektir.

Ben tarihin yalnızca geçmişte yazıldığını sanmazdım hiçbir zaman. Tarih, bugünde de yazılıyor ve biz her davranışımızla bu yazıya bir kelime daha ekliyoruz. Bu yüzden Türk olmak sadece bir etnik kimlik değil, bir mesuliyetin altına imza atmaktır. Çünkü bu milletin yeryüzünde bıraktığı iz, sadece savaşların, fermanların, padişahların ya da camilerin izinden ibaret kalmamıştır. Kudüs bizim için bir zaferin değil; bir emanetin, bir vakarın ve bir kıyamın adıdır. Ben bu emaneti miras gibi taşımadım; onu içimde büyüyen bir çağrı, damarlarımda dolaşan bir hatırlatma olarak hissettim. Kudüs için ayağa kalkmak, bizim için sadece bir duyarlılık meselesi olmamalı. Bizim yürüyüşümüz, geçmişteki adımların izini bugüne taşıyan bir ahlak ve sorumluluk yürüyüşü olmalı. Çünkü biz bu toprakların sadece sahibi değil, ruhuyuz. Osmanlı’nın yüreğiyle fethettiği şehirlerin her birinde sadece kılıç izi değil; adalet, ilim, irfan ve rahmet izi bırakıldı. Bu izlerin silinmemesi için ben kendimi sadece bir insan değil, bir zincirin halkası olarak gördüm. Her halkada bir öncülük, her zincirde bir medeniyet yükü hissettim. Çünkü biz, sadece bir milletin değil; bir medeniyetin taşıyıcısı olarak doğduk. Bu taşıyıcılık sadece geçmişi övmek değil; bugünü omuzlamak, yarını kurmak ve kıyamet gününe hakla yürüyebilmek demektir. Ben bu yürüyüşe dahil oldum. Yazdığım her kelimeyle bu kervana bir yük, her duamla bu orduya bir nefer olmak istedim. Türk olmak bu çağda suskun kalmak değil, bu çağın karanlığına karşı kandil olmaktır. Kudüs karanlığa gömüldüğünde, bizim sesimiz aydınlık olmalıydı. Ben o sesi duyamadım. O ses gelmedi. O sessizlik içinde kendi içimde bir ses yükseldi. O ses, bana “Şimdi sen konuşmalısın” dedi. Ve ben, bir milletin sesiyle değil, kendi imanımla konuşmaya başladım. Bu konuşma sadece Kudüs için değil; aynı zamanda kendi milletimin yeniden şahlanışı için bir işaret fişeği oldu. Çünkü ben biliyorum ki Türk milleti susarsa Kudüs yetim kalır. Ve Kudüs yetim kaldığında, ümmet yetim kalır. İşte bu yüzden bu yazıyı yazmak sadece bir edebi faaliyet olmadı. Bu yazı, tarihle aramızdaki bağın yeniden kurulması için başlattığım manevi bir sefer oldu.

Ben medeniyeti sadece taş binalar, saraylar, hanlar, hamamlar ya da kubbeler üzerinden anlamadım. Gerçek bir medeniyetin, ruhla, adaletle, rahmetle ve hikmetle inşa edildiğini öğrendim. Türk-İslâm medeniyeti, dünyaya sadece şehirler değil; anlamlar, sesler ve niyetler kazandırdı. Ben bu medeniyeti sadece geçmişte yaşanan bir güzellik değil; bugün taşıması gereken ağır ama kutlu bir sorumluluk olarak gördüm. Her zaman biliriz ki bir savaş kazanmak cesaret ister. Ancak bir medeniyet kurmak, cesaretin yanı sıra hikmet, sabır ve fedakârlık ister. Ben o hikmeti bulmak için kitaplara eğildim, duaya yöneldim, kendi içime kulak verdim. Her baktığım âlimin gözünde, Kudüs’e bakan bir pencere gördüm. Her işittiğim ezanda, Gazze’de yankılanan bir nida duydum. Çünkü bizim taşıdığımız medeniyet, sadece Müslümanlara değil; mazluma, yetime, gayri müslime bile merhamet dağıtan bir ruhtu. Bu ruhu yeniden ihya etmek için yürümek gerekti. Ben o yürüyüşte kelimelerimi azık yaptım. Adımlarımı dua ile bağladım. Yolumu geçmişin izzetli yürüyüşlerinden aldım. Ve gördüm ki bu yük yalnız taşınmaz. Bu yüzden milletimin her bir ferdini omuz başımda aradım. Birlik olmadan bir şehir ayağa kalkmaz. Kudüs, tek başına bir kişinin değil; bir milletin yürüyüşüyle özgürleşebilir. Bu yürüyüş, sadece siyasi değil; ahlaki ve manevi bir harekettir. Bu hareketin öncülüğünü Türk-İslâm ruhu üstlenmek zorundadır. Çünkü biz sadece kendimizi değil; bir ümmeti taşıyoruz. Bir taşıyıcı olmak, yalnız kalmamak için değil; yalnız kalanları da yolda bırakmamak için var olmaktır. Ve ben bu varoluşun farkında olarak yazıyorum. Her satırda geçmişi çağırıyor, her cümlede yarına sesleniyorum. Çünkü bu çağrı, sadece bana değil; biz olmaya karar vermiş herkese yapılmış bir çağrıdır. Ve ben bu çağrıya kulak verdim.

Ben bu yazıyı sadece bir duygu boşalımı, sadece bir fikir beyanı ya da sadece vicdani bir rahatlama olsun diye kaleme almadım. Bu yazı benim içimdeki kıyamın kelimelere bürünmüş halidir. Çünkü Kudüs ve Gazze üzerine konuşmak, yalnızca zulmü tanımlamak değil; zulme karşı kendini konumlandırmaktır. Her cümlede kendime döndüm, her kelimede bir yüzleşmenin eşiğinden geçtim. Bu yüzden artık bu yazının sonunda vardığım yer bir sonuç cümlesi değil; bir sorumluluğun eşiği oldu. Artık biliyorum ki Kudüs için susan, kendi kıblesini şaşırır. Gazze için sessiz kalan, kendi insanlığını yitirir. Ve ben bu kayıpları yaşamadım, yaşamak da istemiyorum. Ben gözümde yaşla, içimde yangınla, kalbimde secdeyle bu yazıyı tamamlıyorum. Çünkü bu yazı, ümmetin dirilişine çağrı olarak yazılmış bir yazıdır. Bu çağrının adresi sadece mazlumlar ya da mağdurlar değildir. Bu çağrı, her gün haber izleyip geçip giden, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam eden içi boşalmış ruhlaradır. Ben bu ruha karşı yazdım. Bu sessizliğe karşı konuştum. Artık kelimelerimin bile vebali olduğunu hissediyorum. Çünkü suskunluk, bazen zulmün en sağlam müttefiki olur. Bu yüzden sustukça içimde yankılanan çağrının sesini bastıramadım. Ne zaman gözümü kapatsam bir çocuğun gözleri açıldı karşımda. Ne zaman başımı eğsem, bir annenin elleri semaya kalktı gözümde. Bu yüzleşmeden kaçmadım. Çünkü kaçmak, yol olmaktan çıkar ve çukur olur. Ben çukura düşmek değil, yolun taşlarını tek tek kaldırmak istedim. Her taşta ümmetin unuttuğu bir ayet, her duvarda yitirilmiş bir secde izi buldum. Bunları unutmak bana yakışmazdı. Çünkü ben Müslüman Türk olarak bu yükü omuzladım. Bu omuz, yalnızca bir milletin değil; bir medeniyetin taşıyıcısı oldu. Ve bu medeniyet, yalnızca camilerle değil; adaletle, ahlakla, inançla inşa edilmiştir. Şimdi yeniden inşa etme zamanıdır. Şimdi yeniden diriliş vaktidir. Kudüs bir şehir olmaktan çoktan çıkmıştır. O artık bir vicdan pusulasıdır. Gazze artık bir coğrafya değil, iman testidir. Ve ben o testin içinden geçtim. Yanmadım ama yandım. Kaybolmadım ama kendimi aradım. Şimdi biliyorum ki bu çağrının cevabı sözle değil, eylemle verilir. Ben artık eylem haline gelen bir duaya dönüşmek istiyorum. Çünkü bu yazı, içimde yükselen bir kıyamdır ve bu kıyam suskunlukla yaşanmaz.