nuri gür
  • Ruzname
      • eda ba
      • ads jr
  • Duhul Et
    • Ruzname
    • Makalat
      • Ayrılık Feryadı
      • Gölgedeki Güç
      • Kendi Olmak
      • Para Ve Politika
  1. Buradasınız:  
  2. Anasayfa
  3. Misal
  4. Bitig
  5. ads jr

19- Aşkınlık ve Kurtuluş

Ayrıntılar
Yazan: Nuri GÜR
Kategori: ads jr
Yayınlandı: 08 Mart 2025
Görüntüleme: 51
  • Aşkınlık
  • Kurtuluş
  • Hristiyanlık
  • Kilise
  • İsa

 

İnsanlık tarihi boyunca, varoluşun derin anlamlarını arayan düşünürler, peygamberler ve inananlar, ilahi olanla insan arasındaki ilişkiyi sorgulamış, bu bağı güçlendirecek yollar aramıştır. Bu arayışın temelinde, insanın sınırlı varlığının ötesine geçme çabası, yani aşkınlık yatmaktadır. Aşkınlık, insanın kendi sınırlarını aşarak ilahi olanla bütünleşme arzusunu ifade eder. Bu bağlamda, Hristiyanlık öğretisi, aşkınlığı insanın kurtuluş yolunda önemli bir köprü olarak sunar.

Hristiyanlığın temelinde, insanın Tanrı’yla olan ilişkisini yeniden tesis eden İsa Mesih’in kurtarıcı rolü yer alır. İsa, yalnızca bir peygamber değil, aynı zamanda Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisidir; onun varlığı, insanlık için ilahi olanla bir bağlantı kurma fırsatıdır. Hristiyan inancına göre, İsa’nın çarmıhta kendini feda edişi, insanlık tarihinin en büyük fedakarlığı olarak görülür. Bu fedakarlık, yalnızca bir insanın ölümü değil, aynı zamanda insan ve Tanrı arasındaki aşkın bağı kuvvetlendiren bir eylemdir. İsa’nın bu fedakarlığı, aşkınlığın en somut ifadesidir; bu eylemle, insanlık ile ilahi olan arasında bir köprü inşa edilmiştir.

Bu köprünün en önemli taşıyıcısı ise Kilise’dir. Kilise, Hristiyanlıkta yalnızca bir ibadet yeri değil, aynı zamanda ilahi kelamın yeryüzüne yayılmasını sağlayan bir misyonerlik kurumudur. İsa’nın öğretisi olan İncil’i temel alan Kilise, bu öğretiyi dünyanın dört bir yanına taşımakla görevlidir. Bu bağlamda, Kilise’nin rolü, insanları Tanrı’ya yaklaştırmak, onları aşkınlığın ve kurtuluşun kapılarına yönlendirmektir. Hristiyanlık inancının temel hedefi, insanların bu ilahi köprüyü kullanarak kurtuluşa ulaşmasıdır. Bu hedef doğrultusunda Kilise, yeryüzünde Tanrı’nın bir temsilcisi olarak hareket eder ve insanları ilahi olanla buluşturmayı amaçlar.

Aşkınlık, Hristiyanlık öğretisinde yalnızca bireysel bir deneyim değil, aynı zamanda kolektif bir çağrıdır. İsa’nın insanlık için sunduğu bu ilahi çağrı, her insanı Tanrı’nın sevgisine ve kurtuluşuna davet eder. Bu davet, yalnızca bir inanç meselesi değil, aynı zamanda insanlığın evrensel bir kurtuluş yolu olarak kabul edilir. Hristiyanlık, bu yolu seçen her bireyi, ilahi olanla bütünleşmeye ve aşkınlığın sınırlarını zorlamaya teşvik eder.

Aşkınlık ile insanlık arasındaki bu köprü, Hristiyanlık öğretisinin merkezinde yer alır. Bu köprü, bir yandan insanın Tanrı’yla olan ilişkisini yeniden tanımlarken, diğer yandan insanın kendi sınırlarını aşarak ilahi olanla bütünleşme yolunu açar. Hristiyanlık, bu köprüyü inşa eden ve insanlığı bu yoldan geçirerek kurtuluşa ulaştıran bir inanç sistemi olarak varlığını sürdürür. Kilise ise bu sürecin en önemli taşıyıcısı, ilahi kelamın yeryüzündeki temsilcisi olarak görev yapar.

Kilise’nin misyonu, insanlığı Tanrı’nın sevgisiyle buluşturmak, onları bu kutsal köprüyü geçmeye teşvik etmektir. Bu misyon, Hristiyanlık tarihinin en önemli unsurlarından biridir ve Kilise, bu görevi yerine getirirken, insanları aşkınlık ve kurtuluş yolunda ilerlemeye çağırır. Aşkınlık ve kurtuluş, Hristiyanlığın temel değerleri olarak, insanın ruhsal yolculuğunda rehberlik eden ışıklar gibidir. Bu değerler, yalnızca bir inanç sistemi değil, aynı zamanda insanlık için evrensel bir kurtuluş reçetesidir.

18- Doğanın İnsanı

Ayrıntılar
Yazan: Nuri GÜR
Kategori: ads jr
Yayınlandı: 08 Mart 2025
Görüntüleme: 28
  • Doğa
  • Ahlak
  • İnsan
  • Denge
  • Gerçeklik

İnsan, tarih boyunca çevresindeki doğayla ilişki kurarak varlığını anlamlandırmaya çalışmıştır. Bu ilişki, bir yandan insanın doğayı şekillendirme arzusunu beslerken, diğer yandan doğanın insan üzerindeki etkisini kaçınılmaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkarmıştır. Antik Yunan düşüncesi, bu gerçeği kabul ederek, insan ve doğa arasında bir denge arayışına girmiştir. Bu arayış, insanın ahlaki planını da şekillendirmiştir. Ahlak, aklın ışığında şekillenen doğanın bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Antik filozoflar, doğayı anlamanın, ahlaki bir yaşamın temelini oluşturduğuna inanmışlardır.

Bu düşünce yapısı, modern dünyayı dahi etkisi altına almış, insanın doğa karşısındaki duruşunu belirlemiştir. İnsan, aklını kullanarak doğayı kontrol altına alabileceğini düşünmüş; ancak doğa, her zaman insanın bu arzusuna karşı bir direnç göstermiştir. Bu direnç, insanın ahlaki planını sürekli gözden geçirmesine neden olmuştur. Gerçeklik tasavvuru, bu anlamda, insanın doğayla olan ilişkisini anlamlandırma çabasıdır. Modern dünya, Antik Yunan’dan miras aldığı bu düşünce yapısını devam ettirerek, insanı ve doğayı bilgi düzeyine taşımaya çalışmaktadır.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: Doğayı şekillendirme arzusu, insanın ahlaki sorumluluklarını unutmaması gereken bir süreçtir. İnsan, doğanın bir parçası olduğunu unutmamalı, onu şekillendirirken kendi ahlaki sınırlarını da korumalıdır. Aksi takdirde, insanın doğa üzerindeki etkisi, geri dönülemez sonuçlar doğurabilir. Aklın ışığında doğayı şekillendirmek, sadece bir güç gösterisi değil, aynı zamanda bir ahlaki sorumluluk olarak da görülmelidir.

Bu noktada, gerçeklik tasavvurunun modern dünyayı sürüklemesinin ardındaki güç, insanın ahlaki planını doğa ile uyumlu hale getirebilme yetisinde yatmaktadır. İnsan, doğayı anladıkça, ahlaki sorumluluklarının da bilincine varır. Doğa, insana kendi sınırlarını hatırlatan bir aynadır. Bu aynada gördüğü yansıma, insanın hem kendi gücünü hem de sınırlarını kavramasına yardımcı olur. Ahlak, bu sınırların farkında olarak doğayı şekillendirme çabasıdır.

İnsanın doğa karşısındaki duruşu, onun ahlaki planının bir yansımasıdır. Aklın ışığında doğayı şekillendiren insan, aynı zamanda kendi ahlaki sınırlarını da belirler. Bu sınırlar, insanın doğa ile uyumlu bir yaşam sürdürebilmesinin temelidir. Modern dünya, Antik Yunan’dan devraldığı bu düşünce yapısını sürdürerek, insanın doğa karşısındaki duruşunu belirlemeye devam etmektedir. Ancak bu süreçte, insanın ahlaki sorumluluklarını unutmaması, doğayı sadece bir güç gösterisi olarak görmemesi gerekmektedir. Ahlak, doğanın bir parçası olarak insanın varlığını anlamlandırma çabasıdır. Bu çaba, insanın doğa ile uyum içinde yaşama arzusunu beslerken, aynı zamanda onun sınırlarını da belirlemektedir.

 

13- Düşünce Birliği

Ayrıntılar
Yazan: Nuri GÜR
Kategori: ads jr
Yayınlandı: 08 Mart 2025
Görüntüleme: 52
  • Düşünce
  • Birlik
  • Kimlik
  • Aydınlanma
  • Miras

Avrupa, tarih boyunca kıtaları aşan büyük fikirlerin ve entelektüel hareketlerin merkezi olmuştur. Birçok medeniyetin harmanlanarak oluşturduğu Avrupa, belki de fiziksel sınırları ve politik yapılarıyla tam anlamıyla birleşememiştir. Ancak bu eksikliğin ötesinde, düşünsel yapı, Avrupa’yı birleştiren en güçlü öğe olarak ortaya çıkmıştır.

Bu düşünsel yapı, Avrupa’nın kimliğini şekillendiren bir omurga gibidir. Felsefi akımlar, sanat hareketleri, bilimsel buluşlar ve toplumsal reformlar gibi birçok alan, Avrupa’yı hem kendi içinde hem de dünya çapında birleştirici bir güç haline getirmiştir. Aslında, Avrupa’nın asıl gücü, fiziksel birliktelik yerine, düşüncede, felsefede ve sanatta birleşmesinde yatmaktadır. Bu durum, Avrupa’nın asıl gücünü oluşturan bir düşünce ağıdır ve bu ağ, kıtayı bir baştan bir başa sararak, sınırların ötesinde bir birliktelik oluşturur.

Avrupa’nın tarihine baktığımızda, bu düşünce ağı zaman zaman güçlü çatışmalarla, savaşlarla ve ayrışmalarla yüzleşmiştir. Ancak her ne olursa olsun, düşünsel yapı her daim varlığını sürdürmüş ve Avrupa’nın ruhunu diri tutmuştur. Bu, fiziksel birliğin ötesinde bir tür “zihinsel birliktelik” olarak değerlendirilebilir. Örneğin, Aydınlanma Dönemi, Avrupa’nın birçok ülkesini ortak bir düşünsel zeminde buluşturmuş, insan hakları, özgürlük ve bilimsel ilerleme gibi kavramlar kıtanın ortak değerleri haline gelmiştir.

Bu düşünce birliği, Avrupa’nın gücünü ve etkisini artıran en önemli unsurdur. Bu birliğin sonucunda ortaya çıkan yenilikler ve buluşlar, sadece Avrupa’yı değil, tüm dünyayı etkilemiştir. Bu nedenle, Avrupa’nın düşünsel yapısı, sadece kendi iç dinamikleri açısından değil, küresel anlamda da büyük bir öneme sahiptir.

Düşünsel yapının Avrupa’yı birleştirmesi, kıtanın fiziksel sınırlarının çok ötesine geçen bir etkidir. Bu, bir nevi “düşünce sınırları” olarak tanımlanabilir. Bu sınırlar, Avrupa’nın kültürel, sanatsal ve entelektüel mirasını korurken, aynı zamanda geleceğe dair yeni ufuklar açar. Bu bağlamda, Avrupa’nın düşünsel birliği, onu sadece bir kıta olarak değil, bir düşünce merkezi olarak da güçlü kılmaktadır.

Avrupa’nın bu düşünce birliği, günümüzde de kendini göstermektedir. Bir yandan dijitalleşme ve küreselleşme, sınırları daha geçirgen hale getirirken, diğer yandan Avrupa’nın düşünsel birliği, farklı ulusları ve kültürleri ortak bir zeminde buluşturmaya devam etmektedir. Bu, belki de Avrupa’nın en büyük mirasıdır: Fiziksel birlikteliklerin ötesinde, düşünsel bir güç olarak var olabilmek.

Bu düşünsel yapı, Avrupa’nın her köşesinde kendini hissettiren bir bağdır. Bu bağ, kıtanın geçmişinden geleceğine uzanan bir köprü görevi görür. Avrupa, bu köprü üzerinden ilerlerken, hem kendi kimliğini korur hem de evrensel değerlere katkı sağlar. Bu nedenle, Avrupa’nın düşünsel yapısı, sadece tarihsel bir olgu değil, aynı zamanda geleceğe yönelik bir vizyonun temel taşıdır.

Sayfa 3 / 3

  • 1
  • 2
  • 3

Ana Menü

  • nurigür

Giriş Formu

  • Şifrenizi mi unuttunuz?
  • Kullanıcı adınızı mı unuttunuz?
  • Bir hesap oluşturun
  • Tevhidin Gölgesinde Merkeze Dönüş

    Günlerin ardı sıra yığıldığı bir çağda yaşıyorum; takvim yaprakları değil de sanki yıldızlar düşüyor gökyüzünden, her biri bir hakikati söndürerek. Zaman dediğimiz şey, artık içinde yön barındırmayan dev bir döngüye dönüştü; merkezini kaybetmiş bir çark gibi dönüyor, fakat nereye döndüğünü bilen yok. Eskiden zamanın kutsallığı vardı; bir doğuşun, bir ölüşün, bir dirilişin ritmiyle yoğrulurdu insan. Şimdi ise saatler yalnızca üretim periyotlarını, tüketim kampanyalarını ve sinir krizi aralıklarını ölçen metalik bir tanrı gibi. Bense bu anlamsız ritmin ortasında hâlâ bir merkezin varlığını hissediyor, kaybolmuşun izini süren bir seyyah gibi geçmişin kozmik ahengini kulaklarımda duymaya çalışıyorum.

    Bir zamanlar gökyüzü yalnızca astronomik bir veri kümesi değildi; yıldızlar, göç eden ruhlar gibi semayı geçerken hikmetin harflerini yazardı. Kozmosun matematiği, zihnin değil, kalbin sezgisiyle okunurdu. Fakat sonra biri çıkıp dedi ki: “Dünya dönüyor.” O sözle birlikte yalnızca yeryüzü değil, düşünce de döndü. Artık gök değil, göz egemendi; sezgi değil, hesap belirleyiciydi. Evrenin merkezinde duran kutsal dünya fikri, o cümleyle birlikte yerle bir oldu. O an, insanlık kendi eksenini de kaybetti. Kopernik yalnızca astronomiyle değil, hakikatle ilgili bir kırılma başlatmıştı. Bu kırılma, zamanla merkezî olan her şeyi değersizleştiren bir seküler depreme dönüştü. Artık ne Tanrı göklerin tepesindeydi, ne insan kendini kainatın anlam halkası içinde hissediyordu.

    Devamını oku: Tevhidin Gölgesinde Merkeze Dönüş

  • Kadının İnsanlığın Temel Taşı Oluşu

    İnsanlık tarihi boyunca kadın, yalnızca biyolojik bir varlık olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel düzenin temel taşı olarak varlık göstermiştir. Doğanın bir parçası gibi görülen kadın, aynı zamanda bilincin, üretimin ve medeniyetin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Ancak, tarih boyunca kadının bu konumu her zaman hakkıyla teslim edilmemiş, çoğu zaman bastırılmış, sınırlandırılmış veya göz ardı edilmiştir. Hak ettiği saygıyı ve değeri bulamadığı dönemler, toplumların da gerilediği, insanlığın eksik kaldığı dönemler olmuştur.

    Kadının toplumdaki rolü tarihsel olarak farklı kültürlerde değişkenlik göstermiş, bazı medeniyetlerde kadın bir güç ve otorite figürü olarak görülürken, bazılarında yalnızca itaat eden bir varlık olarak değerlendirilmiştir. Fakat insanın değeri, cinsiyetle ölçülemez. Kadın ve erkek, insanlık çatısının iki eşit sütunu olarak varlık gösterir. Bu eşitlik, yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda sosyal, kültürel ve hukuki bir eşitliktir. Bir toplumun gerçek anlamda kalkınması, kadın ve erkeğin bir arada, hak ve sorumluluk bakımından eşit koşullarda yaşaması ile mümkündür.

    Devamını oku: Kadının İnsanlığın Temel Taşı Oluşu

  • Kırılgan Demokrasi

    Dünyanın siyasi sahnesinde yankılanan en büyük trajediler, genellikle öncesinde sessiz bir fısıltıyla başlar. Almanya’da aşırı sağın yükselişi, sadece bir ülkenin değil, bir kıtanın, hatta belki de bir medeniyetin derinlerde yatan fay hatlarını harekete geçiren bir sarsıntıdır. Geçmişin gölgeleri, 1930’ların karanlık dehlizlerinden süzülerek bugünün Avrupa’sına ulaşmış, rüzgarın yönünü değiştirerek küresel demokratik düzenin kırılganlığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Ancak, bu dalganın Türkiye’ye ulaşmayacağını düşünmek, gemisini fırtınada rotasız bırakmış bir kaptanın saflığına benzer. Türkiye’nin tarihinde, kimlik ve ideoloji üzerinden şekillenen gerilimler, Avrupa’daki dönüşümlerin bir yansıması olmaktan çok, onunla iç içe geçmiş bir hikâyenin parçasıdır. Demokrasi, burada da bir avuç toprağa ekilen narin bir tohum gibi, bazen büyümeye yüz tutmuş, bazen sert rüzgârlarla savrulmuş, ama hiçbir zaman köklerini tamamen kaybetmemiştir.

    Ancak, demokrasinin yalnızca seçim sandığında belirlenen bir ritüelden ibaret olmadığı gerçeği, çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Oysa özgürlük, sadece oy pusulasına işaretlenen bir tercih değil, bireyin günlük yaşamında hissettiği, soluduğu, varlığına içkin bir hakikat olmalıdır. Almanya’daki aşırı sağın yükselişinin temelinde, ekonomik belirsizliklerin, kimlik krizlerinin ve küreselleşmenin doğurduğu güvensizliğin yattığını söyleyen siyaset bilimciler, aslında tüm bu parametrelerin Türkiye’de de benzer şekilde var olduğunu göz ardı edemezler. Büyük şehirlerin caddelerinde yankılanan huzursuzluk, kırsal kesimlerde fısıldanan gelecek kaygısı ve medya üzerinden inşa edilen korku politikaları, demokrasinin ruhunu adeta bir paslı çivi gibi sabitlemekte, hareket alanını daraltmaktadır. Bugün Avrupa’da yükselen milliyetçi dalga, Türkiye’de de kendi yankısını bulmuş, sokaklarda, kahvehanelerde, sosyal medya platformlarında dillendirilen en temel söylemler haline gelmiştir. Sınırlar kapatılmalı, kültürel saflık korunmalı, geçmişin görkemi yeniden inşa edilmelidir. Ancak bu retorik, bir halkın geleceğini kurma idealinden çok, onu geçmişin hatalarına zincirleme arzusunu barındırmaktadır.

    Devamını oku: Kırılgan Demokrasi

Popüler Etiketler

Düşünce 7 Özgürlük 6 Doğa 4 Diriliş 4 Hakikat 4 Dönüşüm 3 Kimlik Arayışları 2 Siber Dolandırıcılık 2

Eski Gönderiler

  • İlahi Adaletin Terazisi ve Vahdetin Işığı
  • Secdeyle Dirilen Medeniyet: Kudüs’ün Sessiz Çağrısı
  • İhlâsın Eşiğinde Bir Bayram: Kalpten Kalbe Kurulan Medeniyet
  • Dergin Varsa, Derdin Hakikattir
  • Sessizliğin Eşiğinde, Dirilişin İzinde
  • Düşüncenin Özgürlüğü, Evrimi ve Toplumsal Dönüşüm
  • Giriş yap