İnsan, akıl ve ruh arasında gidip gelen bir varlıktır. Bir yanda sınırsız ihtirasları, arzuları, dünyayı şekillendirme ve onu kendi hâkimiyetine alma isteği; diğer yanda hakikatin sükûneti, aşkın ve hikmetin çağrısı vardır. İşte bu iki kutup arasında, varoluşunun anlamını arayan insan, bazen yücelerin doruğuna çıkarken bazen de benliğinin zindanlarına hapsolur. Bu, yalnızca ferdi bir serüven değil, insanlık tarihinin de temel çatışmasıdır. Hakikatin peşine düşen her ruh, hem iç hem de dış dünyada bir savaş vermek zorundadır. Bu savaş, yalnızca maddi dünyaya karşı değil, insanın kendi zaaflarına, korkularına, tembelliğine, teslimiyetine karşı da verilir. Ve bu savaşta kazananlar, yalnızca kılıçlarını keskinleştirenler değil, ruhlarını da diriltmeyi başaranlardır.

Gerçek bir diriliş, geçmişin hatalarından ders almayı, geleceğin ihtişamını inşa etmeyi gerektirir. Ancak bu inşa süreci, basit bir mekân değiştirmek ya da fiziki şartları iyileştirmek değildir. Aksine, her insanın ruhunda başlayan bir devrimdir. Kendi benliğini yıkıp yeniden kurmayan, alışkanlıklarının esiri olmaktan kurtulamayan, öfkesini, heveslerini ve hırslarını dizginleyemeyen bir toplum, asla gerçek anlamda dirilemez. Bu yüzden diriliş, içten dışa, insandan topluma, ruhtan maddeye doğru uzanan bir harekettir. Bu hareket, sabır gerektirir. Çünkü her büyük değişim, sancılarla doğar. Ve bu sancıyı çekenler, onun değerini bilirler.

Ancak bu dirilişin düşmanları da vardır. Bu düşmanlar, yalnızca dışarıda, gözle görülen tehditler değildir. En tehlikelileri, insanın içinde saklanır. Tembellik, atalete alışmış zihinler, kolay olanı tercih edenler, mücadeleden kaçanlar, konfor alanlarında yaşlanmayı seçenler… İşte en büyük tehlike buradadır. Hakikati bulmak ve ona sarılmak yetmez, onu korumak ve her daim savunmak da gerekir. Çünkü hakikat, yeryüzünde sahipsiz kalırsa, onu en büyük yalanlar kaplar. Ve hakikatin ışığını kaybeden toplumlar, önce yollarını, sonra kimliklerini ve nihayetinde ruhlarını kaybederler.

Çağrımız, sadece bir felsefi düşünce değil, bir aksiyon çağrısıdır. Tüm bir yaşamı, tüm bir zihniyeti dönüştürme çağrısı… Çağın dayattığı sığ düşünme biçimlerine, popüler kültürün insan ruhunu eriten akımlarına, sarsıcı bir itirazdır. Varoluşu sıradanlaştıranlara, insanı sadece bir tüketiciye indirgeyenlere, vicdanı bir kenara itenlere karşı, yüksek bir sesle “hayır!” deme iradesidir. Çünkü hakikat, yalnızca bilenin değil, onu yaşatanın ve uğruna mücadele edenin hakkıdır. Ve ancak bu mücadeleyi göze alanlar, gerçek anlamda dirilebilirler.

Hakikatin gölgesinde büyüyen bir toplum, ancak zihniyetini değiştirdiğinde ayağa kalkabilir. Zihin, insanın hem en güçlü silahı hem de en büyük zinciridir. Eğer bir insanın zihni esaret altındaysa, onun bedeninin özgür olup olmaması önemli değildir. Zihniyet esaret altındaysa, zincirler görünmez olur, ama ruhu boğar. O yüzden diriliş yalnızca fiziki bir hareket değil, öncelikle zihnî bir devrimdir. Bu devrim, eski alışkanlıkları yıkmayı, yanlış ezberleri bozmayı, hakikat adına sahte bilgi ve sahte kimliklerden sıyrılmayı gerektirir. Çünkü insanın zihni, çorak bir toprak gibidir; ne ekerseniz, onu biçersiniz. Eğer yanlış bilgiyi, tembelliği, ataleti ekerseniz, sonunda korkak ve silik bir insan biçersiniz. Ama azmi, iradeyi, mücadeleyi ekerseniz, sonunda dirilişin öncüleri yetişir.

Mücadele kaçınılmazdır. Çünkü bir zihniyet değişimi, asla kolay olmaz. Kendi alışkanlıklarına, kendi rahatına, hatta kendi geçmişine bile savaş açmak zorundasın. Diriliş, yalnızca dışarıdaki düşmanları değil, içindeki konformizmi de yenmek demektir. Kendini sürekli gözden geçirmek, kendi eksiklerini görmek ve bunları gidermek için çalışmak… İşte en büyük mücadele burada başlar. İnsan, en çok kendi hatalarına kördür. Başkalarının eksiklerini görmek kolaydır, ama aynaya bakıp kendi çarpıklıklarını görmek cesaret ister. O cesareti bulamayanlar, geçmişin yükünü sırtında taşır ve asla özgürleşemez.

Özgürleşmek isteyen, önüne konan her duvarı yıkmayı göze almalıdır. Bu, sadece kelimelerle değil, eylemlerle yapılır. Hakikate ulaşmak isteyen, onu sadece düşünmekle yetinemez; yaşamak zorundadır. Gerçek bilgi, yalnızca zihinde duran değil, insanın hayatına yön veren bilgidir. Bilgiyi taşıyanlar, sadece kendi hayatlarını değil, çevrelerini de dönüştürürler. Bir insan, önce kendini değiştirir, sonra toplumunu. Ama eğer zihniyet değişmezse, hiçbir sistem, hiçbir reform, hiçbir hareket kalıcı olmaz. Değişmeyen bir zihin, eski hataları tekrar tekrar üretmeye mahkûmdur.

İnsanın gerçek dirilişi, önce akılda ve kalpte, kendini gözden geçirme cesareti göstermesiyle başlar. Kendini, hakikat terazisine koyup tartmasıyla başlar. O terazide, sahte doğrular, aldatıcı ideolojiler, tembelliğe sığınan bahaneler bir bir elenir. Geriye sadece saf bir irade, temiz bir ruh ve sarsılmaz bir iman ile birlikte gerçek mücadele başlar. Çünkü artık insan, içindeki zincirleri kırmıştır. Ve içindeki zincirleri kıran biri, dışarıdaki prangalarla asla yaşamayı kabul etmez. Onun için artık özgürlük, sadece bir hak değil, bir zorunluluktur.

Özgürlük, bedel ister. Hakikati arayan, onun uğruna fedakârlık yapmaya hazır olmalıdır. Çoğu insan, konforu hakikate tercih eder. Çünkü konfor, güvenlidir; rahat bir alan sunar. Hakikat ise sarsıcıdır; yerleşik düzenleri bozar, insanı alışkanlıklarından koparır. O yüzden çoğu insan, hakikat karşısında geri adım atar. Onu görmek istemez, duymak istemez. Çünkü gördüğünde, bir seçim yapması gerekecektir: Ya bildiği ama yanlış olanı sürdürecek ya da bilinmeyene adım atarak hakikatin yolunu seçecektir. Ve bu yol, dikenli bir yoldur. Ama o yolda yürüyenler bilir ki, dikenler aslında insanın ruhunu törpüler, onu olgunlaştırır, onu saflaştırır.

Diriliş, bir konfor alanı değil, bir meydan okumadır. İnsan, hakikatin peşine düştüğünde, onu yalnızca dışarıdaki engeller değil, kendi içindeki korkular da bekler. Gerçek bir diriliş eri, korkularına teslim olmaz. Onları aşar, çünkü bilir ki korkular, insanın önüne konmuş sınavlardır. Ve bu sınavları geçebilenler, hakikatin kapısını aralayabilirler.

Diriliş, yalnızca bir fikrin canlanması değildir. O, aynı zamanda bir ruhun yeniden doğuşudur. Çünkü insan yalnızca aklıyla değil, ruhuyla da vardır. Eğer bir insanın ruhu ölmüşse, onun bedeni hâlâ hayatta olsa bile, gerçekte o artık yaşamıyordur. Ruhun ölümü, insanın sadece kendi benliğini kaybetmesi değildir; aynı zamanda iradesini, ideallerini, inancını ve mücadele azmini de kaybetmesidir. O yüzden gerçek diriliş, bir ruh inşasıdır. Ruhun yeniden kuvvet bulması, hakikatle beslenmesi, zorluklara karşı dayanıklı hâle gelmesi gerekir. Ancak bu gerçekleştiğinde, insan hakiki bir mücadele verebilir. Çünkü ruhu ölü bir insan, savaş meydanına çıkmış ama elinde kılıcı olmayan bir asker gibidir.

Dirilişin ilk şartı, kendini bilmek ve tanımaktır. İnsan, kendi zaaflarını, korkularını, zayıf noktalarını bilmeden güçlü olamaz. Düşman yalnızca dışarıda değil, içeride de vardır. Her insanın içinde bir savaş sürmektedir: Doğru ile yanlışın, cesaret ile korkunun, sabır ile aceleciliğin, adalet ile bencilliğin savaşı… Savaşı kazanamayan biri, dış dünyadaki hiçbir mücadelede başarılı olamaz. O yüzden önce insanın kendine dönmesi, kendi içindeki çatışmaları çözmesi gerekir. Kendini bilmeyen bir insan, başkalarını yönetemez; kendine hâkim olamayan biri, başkalarına yol gösteremez.

Kendini bilmek, tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda, hakikati arama iradesine sahip olmak gerekir. Hakikat, peşine düşülmedikçe bulunmaz. O, insana hazır sunulan bir bilgi değil, uğrunda ter dökülmesi gereken bir gerçektir. Gerçeği bulmak için, insanın önce alışkanlıklarını terk etmesi gerekir. Alışkanlıklar, bazen en büyük prangadır. İnsan, yanlışı alışkanlık hâline getirdiğinde, onu doğru gibi görmeye başlar. Doğruyu gördüğünde, ona karşı körleşir. İşte bu yüzden diriliş, bir uyanış hareketidir. Önce gözlerin açılması, sonra kulakların duyulması ve nihayetinde kalbin hakikate yönelmesi gerekir.

Kalbin yönelmesi de yetmez. İnsan, yalnızca düşünerek dirilemez; harekete geçmelidir. Hakikati bilmek, onunla amel edilmediği sürece hiçbir anlam taşımaz. Bir bilgi, insanın yaşamında yer etmediği sürece, sadece bir kelimeler yığınıdır. O yüzden hakikatin bilgisi, insanın eylemlerine yansımalıdır. Diriliş, sadece soyut bir mesele değil, aynı zamanda pratik bir dönüşümdür. İnsan, inandığı gibi yaşamalıdır. Eğer hakikatin savunucusu olduğunu söylüyorsa, ona uygun hareket etmelidir. Eğer adaleti önemsediğini iddia ediyorsa, önce kendi yaşamında adaleti tesis etmelidir. Eğer özgürlüğü savunuyorsa, önce kendi zihnindeki ve ruhundaki esaretlerden kurtulmalıdır.

Burada unutulmaması gereken önemli bir gerçek vardır: Hakikat yolunda yürümek, yalnız bir yolculuktur. Bu yolda insan, çoğu zaman kendini tek başına hissedecektir. Çünkü hakikat, her zaman çoğunluğun peşinden gittiği bir şey değildir. Çoğu insan, kolay olanı, zahmetsiz olanı, mücadele gerektirmeyeni seçer. Ama hakikat, zahmet ister. O yüzden bu yolda yürüyenler, çoğu zaman yanlış anlaşılır, dışlanır, yalnız bırakılır. Hakikati arayan kişi, yalnız kalmaktan korkmamalıdır. Çünkü gerçek yolculuk, insanın kendi içinde gerçekleşir. Ve bu yolculuğu tamamlayanlar, yalnız olsalar bile güçlüdürler.

Güç, sadece fiziki kuvvetle ölçülen bir şey değildir. Gerçek güç, sabırda, iradede ve dayanıklılıkta gizlidir. İnsan, dış dünyadaki zorluklara dayanamazsa, hakikatin savaşını veremez. O yüzden sabır, bir silah gibidir. Çünkü sabır, insanı olgunlaştırır, onu daha kararlı hâle getirir. Sabırsız olan biri, hiçbir büyük mücadelede başarılı olamaz. Zorluklar karşısında hemen pes eden biri, büyük davalar taşıyamaz. Dirilişin ikinci büyük şartı da budur: Sabretmek ve mücadeleye devam etmek. Çünkü en büyük zaferler, en zorlu savaşlardan sonra kazanılır.

Sabır da tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda, inanç gereklidir. İnanç, sadece bir duygu ya da bir fikir değildir; o, insanın hayatına yön veren en güçlü güçtür. İnanmayan bir insan, hiçbir şeyi tam anlamıyla gerçekleştiremez. Çünkü inançsızlık, insanı zayıflatır, onun iradesini kırar. İnancı güçlü olan biri ise, en büyük zorluklar karşısında bile yılmaz. Bilir ki, her mücadele, sonunda bir ödül getirir. Ve o ödül, yalnızca maddi bir kazanç değildir; asıl ödül, insanın kendi ruhunu bulmasıdır.

Diriliş, yalnızca bir felsefi düşünce değil, bir yaşam biçimidir. O, insanın tüm hayatını şekillendiren bir anlayıştır. Diriliş, hakikati bilmekle başlar, ona uygun yaşamakla devam eder ve mücadeleyi bırakmamakla tamamlanır. Ve mücadeleyi verenler, yalnızca kendilerini değil, tüm bir toplumu dönüştürürler. Bir insan değiştiğinde, onun çevresi de değişir. Çevre değiştiğinde, toplum da değişmeye başlar. Bu yüzden gerçek diriliş, ferdi bir uyanıştan sosyal bir harekete dönüşmelidir.

Hakikatin aydınlığı yalnızca insanın ruhunda değil, toplumun dokusunda da yankılanmalıdır. İnsanın dirilişi yeterli değildir; toplumun da bu uyanışa katılması, bir fikirden bir harekete dönüşmesi gerekir. Burada dikkat edilmesi gereken temel nokta şudur: Bir toplumun değişmesi için önce onu oluşturan insanların değişmesi gerekir. İnsanlar, içinde bulundukları düzeni değiştirmek istiyorlarsa, önce kendi iç dünyalarını, alışkanlıklarını ve düşünce kalıplarını gözden geçirmek zorundadırlar. Diriliş, sadece bir kitle hareketi değildir; aksine, tek tek insanların iç yolculuğunun ortak bir vizyona dönüşmesidir.

Dönüşümün en büyük engeli, insanın kendi küçük dünyasına hapsolmasıdır. İnsan, bazen sadece kendi hayatının sınırları içinde yaşamaya o kadar alışır ki, daha büyük bir davanın, daha büyük bir hakikatin parçası olduğunu unutur. Oysa her büyük değişim, kendini aşmayı gerektirir. Kendi rahatını, kendi küçük hesaplarını, kendi ferdi korkularını bir kenara bırakmadan büyük bir uyanışa katkı sağlamak mümkün değildir. İşte burada fedakârlık devreye girer. Fedakârlık olmadan hiçbir büyük mücadele kazanılmaz. Tarih boyunca, en büyük zaferler, en büyük fedakârlıkları göze alanların omuzlarında yükselmiştir.

Fedakârlık tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda, bir bilinç inşası gereklidir. Bilinçsiz bir hareket, yönünü şaşırmış bir gemi gibidir; nereye gideceğini bilmez ve en ufak bir fırtınada parçalanır. O yüzden diriliş hareketi, yalnızca heyecanla değil, aynı zamanda akılla, ilimle, irfanla beslenmelidir. Hakikatin izini sürenler, sahte bilgilere, basit propagandalara, yanıltıcı fikirlere karşı uyanık olmalıdırlar. Hakikat her zaman berrak bir su gibi akmaz; bazen çamurlu bir nehrin içinde gizlidir. O yüzden ona ulaşmak isteyenler, zihnî berraklığa ve araştırma azmine sahip olmalıdırlar.

Bilinç de yeterli değildir. Çünkü bilinç, bir harekete dönüşmediği sürece, yalnızca kuru bir bilgidir. Gerçek diriliş, bilgiyi eyleme dönüştürmeyi gerektirir. Burada önemli olan, hakikatin yalnızca konuşulan bir konu değil, yaşanan bir gerçek olmasıdır. Eğer bir toplum, hakikati yalnızca kitaplarda bırakır ve onu hayatına taşımazsa, o bilgi hiçbir işe yaramaz. Bilginin gücü, onun hayata geçirilmesiyle ölçülür. O yüzden diriliş, bir bilgi hareketi değil, bir bilinçli yaşam hareketidir.

Bir toplumun inşasında en temel unsur olan adalet devreye girer. Adalet olmadan hiçbir toplum ayakta kalamaz. Eğer bir topluluk, kendi içinde adaleti tesis edemezse, dışarıdan gelen hiçbir tehdit onu yıkmaya gerek duymaz; o toplum zaten içeriden çürümeye başlamıştır. Adalet, yalnızca mahkemelerde verilen kararlarla sağlanmaz. O, insanın kendi vicdanında başlar. Eğer bir insan, kendi hayatında adaleti gözetmezse, toplumun adaletli olmasını beklemek beyhude bir çabadır. O yüzden diriliş, insanın önce kendinde, sonra çevresinde, sonra tüm toplumda adaleti tesis etmesiyle mümkündür.

Adaletin yanında merhamet de olmalıdır. Adalet, tek başına bir toplumu ayakta tutamaz; ona ruh veren şey merhamettir. Merhamet olmadan, insanlar birbirlerine yabancılaşır, sosyal bağlar zayıflar ve sonuçta herkes yalnız kalır. Merhamet, yalnızca başkalarına acımak değildir; aksine, insanın başkalarının dertlerini kendi derdi bilmesidir. Diriliş hareketi, yalnızca sert kurallar koyan bir yapı değil, aynı zamanda insan ruhunu besleyen bir şefkat çağrısı olmalıdır. Çünkü toplum ancak sevgiyle, dayanışmayla ve anlayışla gerçekten güçlü olabilir.

Fakat burada bir denge gözetilmelidir. Çünkü fazla merhamet, adaleti zayıflatabilir. Eğer merhamet, adaletin önüne geçerse, hak yerini bulmaz. Eğer adalet, merhametsiz bir şekilde uygulanırsa, toplum sertleşir ve insanlar birbirlerine karşı düşman hâline gelir. O yüzden dirilişin temelinde, hem adalet hem merhamet dengeli bir şekilde bulunmalıdır. Bu dengeyi sağlayamayan toplumlar, ya baskıcı ve zalim olur ya da zayıf ve savunmasız hâle gelir.

Dirilişin önünde bir başka büyük engel daha vardır: Kendi içine kapanmak. Hakikati savunan bir toplum, kendini dünyadan soyutlayamaz. Eğer bir toplum, kendi değerlerine sahip çıkarken, dış dünyaya karşı tamamen kapanırsa, zamanla durağanlaşır ve yeniliklerden uzak kalır. Hakikatin savunucuları, aynı zamanda dünyayı okumalı, çağın dinamiklerini bilmeli, yeni fikirleri anlamalıdır. Eğer bu yapılmazsa, diriliş hareketi zamanla geriye gider ve bir süre sonra unutulmaya yüz tutar.

Hakikat savunucuları, çağın gereklerini bilmeli, bilimi ve sanatı ihmal etmemeli, teknolojiyi ve iletişimi etkin bir şekilde kullanmalıdır. Çünkü bilgi güçtür. Eğer hakikatin sesi duyulmazsa, yalanın sesi yükselir. Eğer hakikat sahipleri, seslerini yükseltmezse, sahte fikirler toplumlara yön verir. O yüzden bu diriliş hareketi, yalnızca bir içe kapanış değil, aksine bir açılış, bir yükseliş, bir meydan okuma olmalıdır.

Ve en önemlisi: Umut… Çünkü diriliş, umutsuzlukla beslenemez. Eğer bir toplum, kendi geleceğine inanmazsa, kendi ruhunun yeniden doğacağına dair bir inanç taşımazsa, o toplum zaten yenilmiş demektir. O yüzden bu hareket, umudu diri tutmalı, insanlara bir hedef göstermeli ve bu hedefin ulaşılabilir olduğunu her daim hatırlatmalıdır. Umudun olmadığı yerde, mücadele de olmaz. Ve mücadele olmadan, hakikat savunulamaz.

Diriliş, bir anlık uyanış değildir. O, kesintisiz bir süreçtir; zamanın ve mekânın ötesinde, her çağın ruhunda yeniden doğan bir hakikattir. İnsanlık tarihi, sürekli bir yükseliş ve çöküş döngüsü içinde dönüp durur. Güçlü olanlar dağılır, zayıf olanlar güçlenir, dün hükmedenler bugün unutulur ve dün unutulanlar yarın yeniden ayağa kalkar. Ancak bu döngüde değişmeyen tek şey, hakikatin kendisidir. Çünkü hakikat, insanların ona sırt çevirmesiyle yok olmaz; yalnızca bir süreliğine gözden kaybolur. Ve onu yeniden ortaya çıkarmak, onu yeniden ruhlarda ve zihinlerde diriltmek, her çağın sorumluluğunu üstlenenlerin görevidir.

Ancak bu görev, ağır bir yüktür. Çünkü hakikat, sadece ona inananların değil, onu yaşamak için bedel ödeyenlerin elinde yükselir. Diriliş, fedakârlık ister. Kolay olanı seçenler, rahatını kaybetmek istemeyenler, zahmete katlanmak istemeyenler, bu yolun yolcusu olamazlar. Çünkü hakikat, her şeyden önce bir kararlılık meselesidir. Zorluklarla karşılaştığında geri adım atanlar, yolun başında dökülenlerdir. Ama sabredenler, mücadele edenler, davasına sıkı sıkıya sarılanlar, sonunda zaferi hak ederler. Ve bu zafer, yalnızca ferdi bir başarı değildir; o, bir neslin yeniden doğuşunun müjdecisidir.

Zafer de tek başına yeterli değildir. Çünkü kazanılan her şey, korunmazsa bir gün yeniden kaybedilir. Tarih, bunun örnekleriyle doludur. Büyük medeniyetler, büyük fikirler, büyük hareketler zamanla zayıflamış, içten çürümüş ve yerlerini yeni arayışlara bırakmıştır. O yüzden hakikatin savunucuları, sadece onu bulmakla ve yaymakla yetinemezler; aynı zamanda onu korumak, onu diri tutmak, onu her daim yeniden inşa etmek zorundadırlar. Çünkü hakikat, durağan değil, yaşayan bir şeydir. Eğer ona sahip çıkanlar, onunla birlikte gelişmez, değişmez, kendini yenilemezse, bir süre sonra o hakikat, geçmişin sayfalarına hapsolur.

O yüzden diriliş, bir son değil, sürekli bir başlangıçtır. Hakikat bir kez keşfedildiğinde, ona ulaşanlar onu taşımak ve geleceğe aktarmak zorundadırlar. Bu yük, sıradan bir yük değildir. O, insanı güçlendiren, ona anlam veren, ona bir hedef gösteren bir sorumluluktur. Çünkü insan, hakikatin peşinden gitmediğinde, boşlukta savrulmaya başlar. Ve savrulanlar, sonunda kendilerini bir hiçliğin içinde kaybolmuş olarak bulurlar. Ama hakikati bulanlar, ne olursa olsun bir yönü, bir hedefi, bir amacı olanlardır.

Ancak bu yolculuk tek başına tamamlanmaz. Çünkü hakikat, yalnız yaşanacak bir şey değildir. O, paylaşıldığında, aktarıldığında, başkalarına ilham verdiğinde büyür. Bu yüzden hakikatin savunucuları, bir araya gelmeli, birbirlerine destek olmalı, birbirlerini güçlendirmelidirler. Çünkü bir topluluk, ancak ortak bir hedef etrafında birleştiğinde gerçek anlamda bir güç hâline gelir. Ferdi çabalar önemli olsa da, büyük değişimler daima kolektif hareketlerle gerçekleşir. O yüzden diriliş, insanın uyanışıyla başlar, ama toplumun ayağa kalkışıyla tamamlanır.

Ve unutulmamalıdır ki, bu yolculuğun bir sonu yoktur. Çünkü hakikat, her dönemde, her çağda, her nesilde yeniden aranması gereken bir gerçektir. Dün dirilenler, bugün kaybolabilir. Ama bugünün diriliş erleri, yarının yeni başlangıcını hazırlamak zorundadır. Çünkü bu dünya, daima bir meydan okuma sunar. Her nesil, kendi mücadelesini vermek zorundadır. Ve hakikatin yolcuları, asla pes etmezler. Çünkü onlar bilirler ki, her şey değişse bile, hakikat değişmez. Ve o hakikati taşıyanlar, zamanın üstünde bir sorumluluğa sahiptirler.

O hâlde, bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Diriliş, yalnızca bir düşünce değil, bir eylem çağrısıdır. Zihinleri, ruhları ve toplumları yeniden inşa etmek için atılan ilk adımdır. Ve bu adımı atanlar, yalnızca kendi yollarını değil, gelecek nesillerin de yolunu aydınlatanlardır.

Hakikat, ancak onu yaşatanlarla var olur. Ve onu yaşatanlar, onu savunmaktan asla vazgeçmeyenlerdir.