Derin bir gecenin içinde, gökyüzünde dağılmış yıldızların titreşimi gibi insan zihninin içinde de sayısız düşünce kıvılcımı belirir. Özgürlük, ölüm, yalnızlık ve anlam arayışı… Bunlar sadece felsefi sorular değil, her insanın derinliklerinde hissettiği, bazen kaçtığı, bazen yüzleşmekten korktuğu gerçeklerdir. İnsan, özgürlüğü arzularken aynı zamanda ondan korkar; çünkü özgürlük, bir tercihin ağırlığını omuzlara yükler, sorumluluk getirir ve bilinmezliği beraberinde taşır. Ölüm, varlığın sonu mu yoksa yeni bir başlangıcın habercisi mi? Özgürlük, kurtuluş mu yoksa kayboluş mu? Anlam, insanın kendisinin yarattığı bir illüzyon mu yoksa evrenin özüne kazınmış bir gerçek mi?
Her insan hayatının bir noktasında bu sorularla yüzleşmek zorunda kalır. Çünkü var olmak, kaçınılmaz olarak anlam ve anlamsızlık arasında salınan bir dengeyi korumaya çalışmak demektir. Özgürlüğün verdiği kaygı, yalnızlığın getirdiği sessizlik, ölümün yarattığı bilinmezlik ve anlamın değişkenliği, bireyin zihninde çatışmalar yaratır. Bu çatışmalar, insanı bazen derin bir boşluğa sürükler, bazen de onu yaratıcı bir keşif yolculuğuna çıkarır. İnsan, anlam arayışında ne kadar ileri gidebilir? Özgürlüğü ne kadar taşıyabilir? Ölüm düşüncesiyle nasıl başa çıkabilir?
Özgürlük, çoğu zaman basit bir kavram gibi algılansa da, aslında oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. İnsan, kendi seçimlerinin efendisi olduğunu anladığında, bu bilinç ona ağır bir yük olarak geri döner. Artık tüm hatalarının, başarısızlıklarının, yalnızlığının ve boşluk hissinin sorumluluğunu başkasına yükleyemez. Özgürlük, bireyin kendisi için verdiği her kararın arkasında durmasını gerektirir ve bu da beraberinde derin bir kaygıyı getirir. Ölüm ise, insanın tüm çabalarının, anlam arayışının ve özgürlüğünün nihai sınavıdır. Sonlu olmak, varlığı değerli mi kılar yoksa anlamsız mı hale getirir?
İnsan, sonsuz olasılıklar evreninde kaybolmuş bir gezgin gibidir. Her seçim, diğer tüm olasılıkları öldürür; her tercih, başka bir ihtimali sonsuza kadar yok eder. İşte tam da bu yüzden özgürlük, bazen en büyük korku kaynağı haline gelir. Çünkü özgür olan insan, aynı zamanda yapamadıklarının ve seçemediklerinin sorumluluğunu da taşır. Seçimlerin yükü, bireyi derin bir yalnızlığa sürükler. Başkalarıyla paylaşılamayan bu yük, insanın içinde büyür, bazen anlamlı bir varoluşa dönüşürken bazen de derin bir boşluk hissi yaratır.
Özgürlüğün kaygısı ve ölümün kaçınılmazlığı karşısında insan nasıl bir duruş sergileyebilir? Kaçmak mı, yüzleşmek mi? Anlam arayışı bir çözüm mü yoksa sadece daha büyük bir yanılgı mı? Özgürlük, gerçekten mutluluk mu getirir yoksa sadece daha fazla karmaşa mı yaratır? Bu soruların cevabı, bireyin bakış açısına ve yaşam deneyimine bağlı olarak değişir. Ancak kesin olan bir şey vardır: İnsan, özgür olduğunun farkına vardığında, artık asla eskisi gibi olamaz.
Özgürlük, insanın kendisi için geliştirdiği seçenekler arasından bilinçli tercihler yapma yetisidir. Ancak bu yeti, beraberinde ağır bir sorumluluk yükler. İnsan, özgürlüğünü kazandıkça, kendisini kuşatan anlam çerçevelerinden sıyrılır ve giderek daha yalnız hale gelir. Özgürlüğün en büyük paradoksu budur: İnsan özgürleşirken aynı zamanda soyutlanır, çünkü seçimlerinin sonucuyla tek başına yüzleşmek zorundadır. Her karar, insanın kimliğini ve kaderini belirleyen bir yapı taşı haline gelir. Oysa toplum, bireyin bu mutlak özgürlüğüyle yüzleşmesini engellemek için ona sayısız hazır anlam sunar. Aile, din, ideoloji, gelenekler ve kültürel normlar, bireyin özgürlük kaygısından kaçmasına yardımcı olan yapılardır. Ancak, insan bir noktada bu hazır anlamları sorgulamaya başladığında, varoluşsal yalnızlıkla baş başa kalır.
Varoluşsal yalnızlık, insanın özgürlüğünün kaçınılmaz sonucudur. İnsan, nihayetinde kendi varlığını şekillendiren yegâne varlık olduğunu anladığında, sorumluluk da kaçınılmaz olarak ona ait olur. Özgürlük, bireyin kendi varlığının mimarı olmasını gerektirir. Ancak insan, varlığını hangi temeller üzerine inşa edeceğini bilemediğinde derin bir anlamsızlık hissiyle yüzleşir. İnsan, evrenin kendisine sunduğu mutlak boşluk karşısında anlam yaratmak zorundadır. Ancak bu anlam, ne kadar kişisel olursa olsun, nihayetinde onun kendi üretimi olduğundan dolayı mutlak bir gerçeklik olarak kabul edilemez. Bu da özgürlüğün getirdiği kaygıyı daha da derinleştirir.
Özgürlüğün ürkütücü bir yanının olması tesadüf değildir. İnsan, geçmişine bağlıdır; bilinçaltındaki inançlar, çocukluk deneyimleri ve toplumsal normlarla şekillenir. Psikanalitik bakış açısına göre özgürlük, insanın bilinçaltı arzuları ve korkularıyla sınırlandırılmıştır. Davranışçı bakış açısı ise, bireyin çevresel koşullar tarafından şekillendirildiğini ve özgürlüğün bir yanılsama olabileceğini öne sürer. Ancak, her iki yaklaşım da insanın özgürlüğüyle yüzleştiğinde kaygı duyduğunu kabul eder. Bu kaygı, bireyin alışılmış düzenini bozması ve bilinmezlikle karşılaşmasıyla ortaya çıkar. Çünkü özgürlük, aynı zamanda güvencesizliği de beraberinde getirir.
Ölüm de özgürlük kadar büyük bir kaygı kaynağıdır. Ölüm, insanın tüm varoluş çabalarının sonu gibi görünür. Eğer ölüm kaçınılmazsa, yaşamın anlamı ne olabilir? Ölüm düşüncesiyle yüzleşen birey, yaşadığı her anın geçici olduğunu fark eder ve bu farkındalık ona derin bir varoluşsal korku yaşatır. Ölüm, kaçınılmazlığıyla insanı kendi hayatına yönelik derin bir sorgulamaya iter. Eğer yaşam bir gün sona erecekse, yapılan seçimlerin, verilen mücadelelerin ve yaratılan anlamların bir değeri var mıdır? Ölümle yüzleşmek, insanın özgürlüğünü daha büyük bir kaygı kaynağına dönüştürebilir çünkü birey, tüm seçimlerinin geçiciliğinin farkına varır.
Özgürlüğün sorumluluk getirmesi, insanı iki farklı yola sürükleyebilir. İlk yol, bireyin kendi varlığını kabullenerek, kendi anlamını yaratmasıdır. Bu yol, bireyin özgürlüğünü bilinçli bir şekilde yaşamasını ve kendi değerlerini oluşturmasını gerektirir. Ancak bu, oldukça zor bir süreçtir çünkü birey, varoluşsal yalnızlığı göze almak zorundadır. İkinci yol ise, bireyin özgürlüğünden kaçmasıdır. Özgürlük kaygısından kaçan birey, sorumluluğunu başka insanlara veya otoritelere devreder, geleneksel anlam sistemlerine sığınır ve bağımsız kararlar almaktan kaçınır. Bu kaçış, bireyin kendini güvende hissetmesini sağlasa da, gerçek bir tatmin sağlamaz. Çünkü birey, aslında kendi varlığını inkâr etmektedir.
Özgürlük, bireyin kendi seçimleriyle varlığını inşa etmesi gerektiğini gösterir. Ancak, bu inşa süreci kolay değildir. Özgürlük, korkutucu ve belirsiz bir süreçtir çünkü bireyin önünde sayısız seçenek vardır ve her seçim, diğer tüm olasılıkları yok eder. İnsan, kendi kaderinin mimarı olmak zorundadır ancak bu mimarlık, büyük bir kaygı yaratır. Çünkü yanlış seçim yapma ihtimali her zaman vardır ve bu seçimlerin sonuçları tamamen bireyin kendisine aittir. Bu yüzden, özgürlük bazen bir lütuf değil, bir yük gibi hissedilebilir.
Ölüm ve özgürlük arasındaki ilişki, bireyin varoluşsal yalnızlığını daha da belirgin hale getirir. Özgürlüğün getirdiği kaygı, insanın evrende yalnız olduğu gerçeğiyle birleştiğinde, bireyi derin bir varoluşsal bunalıma sürükleyebilir. Ancak, bu bunalım aynı zamanda bir fırsattır. Çünkü insan, anlamı kendi yaratmak zorunda kaldığında, gerçekten özgürleşir.
Özgürlüğün getirdiği kaygı, insanı bazen bilinçsizce kaçış yollarına yönlendirir. Birey, varoluşsal sorumluluktan kaçmak için kendisini başkalarının belirlediği anlam sistemlerine hapseder. Kimi zaman toplumun dayattığı değerlere sorgusuz sualsiz bağlanır, kimi zaman da tüketim kültürünün sunduğu anlık hazlarla özgürlük kaygısını bastırmaya çalışır. Ancak bu kaçışlar, geçici bir rahatlama sağlasa da, bireyin içsel huzura ulaşmasını engeller. Çünkü özgürlükten kaçmak, özünde kendini inkâr etmek anlamına gelir. Özgür bir birey, kendi varoluşunun sorumluluğunu üstlenen kişidir; ancak bu sorumluluk ağır olduğu için birçok insan, kendini kaderin, otoritelerin ya da toplumsal normların ellerine bırakmayı tercih eder.
Bu noktada birey, iki farklı özgürlük anlayışıyla karşı karşıya gelir. Birincisi, ‘sınırsız özgürlük’ yanılsamasıdır. Bu anlayışa göre, insan istediği her şeyi yapabilir ve hiçbir sorumluluk almasına gerek yoktur. Ancak bu tür bir özgürlük, insanı nihilizme ve anlamsızlığa sürükler. Çünkü sorumluluk olmadan özgürlük, yalnızca kaos yaratır. İkincisi ise, ‘sorumlulukla gelen özgürlük’tür. Bu anlayış, bireyin kendi hayatını bilinçli bir şekilde inşa etmesini ve yaptığı seçimlerin sonuçlarına katlanmasını gerektirir. Ancak bu, bireyin sürekli olarak anlam arayışında olmasını zorunlu kılar. İnsan, özgürlükle birlikte anlam da yaratmalıdır. Aksi takdirde, özgürlük yalnızca bir boşluk hissi doğurur.
Ölüm, özgürlüğün en büyük sınavlarından biridir. Ölümün kaçınılmaz olduğu gerçeğiyle yüzleşen birey, varlığının geçiciliğini fark ettiğinde, anlam arayışına yönelir. Ancak bu arayış, genellikle bir paradoks yaratır. Eğer her şey gelip geçiciyse, anlam gerçekten var olabilir mi? İnsan, bu soruya farklı şekillerde yanıt verebilir. Kimisi, anlamın tamamen bireysel olduğunu ve her insanın kendi anlamını yaratması gerektiğini savunur. Kimisi ise, anlamın dışsal bir otorite tarafından belirlenmesi gerektiğine inanır. Ancak gerçek şu ki, ölüm düşüncesiyle yüzleşmeyen bir birey, özgürlüğünü tam olarak yaşayamaz. Çünkü ölüm farkındalığı, insanın anlarını daha değerli kılmasını sağlar.
Özgürlüğün getirdiği sorumluluk, insanı sürekli olarak karar vermeye zorlar. Ancak karar vermek, beraberinde kaygıyı da getirir. Çünkü her seçim, diğer tüm olasılıkları öldürür. İnsan, her tercihiyle birlikte birçok başka ihtimali sonsuza dek geride bırakır. Bu yüzden özgürlük, bazen bir lütuf olmaktan çok, bir yük gibi hissedilebilir. Özgürlük kaygısı yaşayan bireyler, genellikle bu sorumluluktan kaçmak için farklı savunma mekanizmaları geliştirir. Kimi insanlar, seçim yapmaktan tamamen kaçınarak, hayatlarını başkalarının kararlarına teslim eder. Kimi insanlar ise, sürekli olarak geçmişte verdikleri kararları sorgular ve pişmanlık içinde yaşar. Ancak her iki durumda da birey, kendi özgürlüğünü tam anlamıyla yaşayamamaktadır.
Özgürlük ve yalnızlık arasındaki ilişki de oldukça karmaşıktır. İnsan, özgür olduğu ölçüde yalnızdır. Çünkü gerçekten özgür bir birey, başkalarının belirlediği yolları takip etmek yerine, kendi yolunu çizen kişidir. Ancak bu, çoğu zaman toplumsal normlarla çatışmayı ve bireyin yalnızlaşmasını beraberinde getirir. Özgürlük, bireyi diğer insanlardan soyutlayabilir çünkü çoğu insan, konfor alanından çıkmak yerine, alışıldık düzenin içinde kalmayı tercih eder. Ancak birey, özgürlüğü kabul ettiğinde, bu yalnızlığı da kabullenmek zorundadır.
Bireyin özgürlüğünü tam olarak yaşayabilmesi için, ölümle, yalnızlıkla ve anlam arayışıyla yüzleşmesi gerekir. Çünkü ancak bu yüzleşme, bireyi gerçek bir varoluş bilincine ulaştırır. Özgürlüğü kabullenen insan, artık başkalarının belirlediği anlamlarla yetinmez. Kendi anlamını kendisi yaratır, kendi yolunu kendisi çizer. Bu, kolay bir süreç değildir. Ancak gerçekten özgür olan bir insan, başkalarının beklentilerine göre yaşamaktansa, kendi varoluşunu şekillendirmeyi tercih eder.
Ölüm, özgürlük ve yalnızlık… Bu üç kavram, insanın varoluşsal bilincinin temel taşlarını oluşturur. Ölüm, varlığın sonunu işaret ederken, özgürlük insana kendi varlığını inşa etme gücü verir. Yalnızlık ise, bu sürecin kaçınılmaz bir parçasıdır. İnsan, kendi seçimlerinin farkına vardığında, yalnızlığın aslında bir eksiklik değil, bir gereklilik olduğunu anlayabilir. Çünkü gerçek özgürlük, ancak bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratmasıyla mümkündür.
Özgürlüğün kaçınılmaz bir şekilde bireyi yalnızlığa sürüklediği gerçeği, insanın varoluşsal durumunun temel bir parçasıdır. Çünkü özgürlük, yalnızca seçim yapma hakkı değil, aynı zamanda o seçimlerin tüm sorumluluğunu üstlenme zorunluluğudur. İnsan, kendi seçimleriyle kaderini biçimlendirdiğini fark ettiğinde, artık başkalarının yönlendirmeleriyle avunamaz. Geleneklerin, ideolojilerin, dinin, kültürel normların sunduğu hazır anlamlara tutunmak yerine, kendi anlamını yaratmak zorunda kalır. Ancak bu yaratım süreci, bireyin kendi başına üstlenmesi gereken bir yük olduğu için, kaçınılmaz olarak onu varoluşsal yalnızlığa iter.
Varoluşsal yalnızlık, fiziksel yalnızlıktan çok daha derindir. Bireyin, kendi varlığı üzerine düşünmeye başladığında hissettiği bir yabancılaşma hâlidir. İnsan, diğer insanlarla ilişkiler kurabilir, dostluklar edinebilir, aşklar yaşayabilir; ancak özgürlüğünün ve sorumluluğunun farkına vardığında, içsel olarak her zaman yalnız olduğunu anlar. Çünkü hiçbir insan, başka bir insanın seçimlerini gerçekten yapamaz. Hiç kimse, başka birinin varoluşsal yükünü omuzlayamaz. İnsan, kendi varlığını tek başına taşımak zorundadır ve bu farkındalık, çoğu zaman derin bir kaygıya neden olur.
Bu kaygı, özgürlüğü tam anlamıyla deneyimlemiş bireylerde belirgin bir şekilde görülür. Özgürlüğünü kabul eden insan, toplum tarafından ona sunulan rollerin, değerlerin ve kuralların ne kadar kırılgan olduğunu fark eder. Bir gün bir anlam taşıyan şeyin, ertesi gün anlamsızlaşabileceğini görür. Bu farkındalık, bireyi ya nihilizme ya da anlam yaratma çabasına sürükler. Nihilizmi seçen birey, her şeyin anlamsız olduğuna inanarak kayıtsızlığa ve boş vermişliğe teslim olur. Ancak anlam yaratmayı seçen birey, özgürlüğünün sorumluluğunu alarak, kendi değerlerini inşa etmeye başlar. Bu süreç, bir tür yeniden doğuş gibidir. Birey, eskiden ona sunulan hazır anlamları yıkarken, kendi inşa ettiği anlamlarla varlığını yeniden şekillendirir.
Ölümle yüzleşmek de bu sürecin ayrılmaz bir parçasıdır. Ölüm, insanın varoluşuna dair tüm soruların en sert ve kaçınılmaz cevabıdır. Herkesin er ya da geç karşılaşacağı bir son olduğu için, bireyin özgürlüğünü nasıl yaşayacağına dair kararlarını doğrudan etkiler. Eğer ölüm her şeyin sonuysa, insanın yaşadığı her an değerli midir? Yoksa anlamsız bir sürecin içinde savrulan bir varlık mıdır? Bu sorulara verilen cevaplar, bireyin yaşam felsefesini belirler. Özgürlüğü kabullenen birey, ölümü de yaşamın doğal bir parçası olarak görmeyi öğrenir. Çünkü ölüm farkındalığı, bireyi yaşama daha sıkı bağlayabilir. Geçicilik, insanın yaptığı seçimleri daha bilinçli hale getirebilir.
Ancak ölüm korkusu, özgürlük kaygısıyla birleştiğinde, bireyde derin bir varoluşsal kriz yaratabilir. Çünkü insan, sonsuz olasılıklar içinde seçim yaparak hayatını şekillendirirken, bir noktada bu sürecin sona ereceğini bilir. Sonsuz olasılıklar içinde kaybolurken, sınırlı bir zamana sahip olduğunu fark etmek, bireyi huzursuz edebilir. Zaman, insanın en büyük paradokslarından biridir: Özgürlüğü tam anlamıyla deneyimlemek için yeterli zamana sahip olmak isterken, aynı zamanda zamanın sonsuz olmadığını bilir. Bu yüzden birey, seçimlerini yaparken kaygı duyar, çünkü yanlış bir seçim yapma ihtimali her zaman vardır.
Özgürlüğün, yalnızlığın ve ölümün birbirleriyle iç içe geçmiş bu ilişkisi, insanı derin bir varoluşsal sorgulamaya iter. İnsan, hayatı boyunca ne kadar özgür olabilir? Özgürlüğün sınırları nelerdir? Ölümün kaçınılmazlığı, özgürlüğü nasıl etkiler? Yalnızlık, gerçekten bir eksiklik midir yoksa bireyin varoluşunu keşfetmesi için bir gereklilik midir? Bu soruların kesin bir cevabı yoktur çünkü her birey, kendi özgün varoluş yolculuğunu kendisi yaşamak zorundadır.
Özgürlüğü kabullenen insan, artık eskisi gibi olamaz. Çünkü özgürlük, bir kez farkına varıldığında, geri dönülemez bir bilinç hâli yaratır. İnsan, artık başkalarının belirlediği kurallara ve anlamlara körü körüne bağlanamaz. Kendi yolunu çizmek zorundadır, kendi anlamını yaratmak zorundadır. Ancak bu süreç, bireyin varoluşsal kaygısını da artırabilir. Çünkü özgürlüğün getirdiği yalnızlık, kaçınılmaz bir gerçekliktir.
Ölümle, özgürlükle ve yalnızlıkla yüzleşmek, bireyi daha bilinçli bir yaşam sürmeye yönlendirebilir. Ancak bu yüzleşme, kolay bir süreç değildir. Çünkü insan, kendi varoluşunun sorumluluğunu üstlenmekten korkar. Bu korku, bazen kaçışı, bazen ise yüzleşmeyi getirir. Ancak gerçek özgürlük, ancak ve ancak bireyin kendi varlığını kabullenmesiyle mümkündür.
Özgürlüğün ağırlığı, yalnızlığın sessizliği ve ölümün kaçınılmazlığı… Bunlar, insanın varoluşunun temel taşlarıdır ve her biri, bireyin hayatını şekillendiren derin gerçekliklerdir. İnsan, özgürlüğü arzularken ondan korkar; çünkü özgürlük, sınırları olmayan bir boşluk gibidir ve bireyin kendi anlamını kendisinin yaratmasını gerektirir. Ancak anlam yaratmak kolay bir süreç değildir. İnsan, kendisine sunulan hazır anlamları terk edip kendi varoluşunun mimarı olduğunda, bu bilinç onu derin bir yalnızlığa iter. Çünkü gerçek özgürlük, bireyin kendi kararlarını alıp onların sonuçlarıyla yüzleşmesini gerektirir.
Özgürlüğün yalnızlıkla iç içe geçmiş olması, insanın kaçınılmaz bir şekilde soyutlanmasına neden olur. Toplum, bireyin özgürlüğünü tam anlamıyla yaşamasına izin vermez çünkü özgür birey, sistemin dayattığı kuralları ve değerleri sorgular. Geleneksel normlara sıkı sıkıya bağlı olan bir dünya, özgür insanı tehlikeli bulur çünkü özgür insan, sadece kendisi için düşünmez, başkalarını da düşünmeye zorlar. Ancak özgürlüğünü tam anlamıyla benimseyen bir birey, yalnızlığını da kabullenmek zorundadır. Çünkü herkes özgürlüğü kaldıramaz ve çoğu insan, konfor alanında kalarak başkalarının belirlediği anlamlarla yetinir.
Ölüm, insanın özgürlüğünü şekillendiren en büyük bilinmezliktir. Eğer insanın hayatı sonsuz olsaydı, özgürlüğün ve seçimlerin anlamı da değişirdi. Ancak ölüm, bireyin her anının kıymetini artıran bir gerçekliktir. Ölüm farkındalığı, insanı daha bilinçli seçimler yapmaya iter. Ancak bu farkındalık aynı zamanda kaygıyı da beraberinde getirir. Çünkü birey, her seçiminin ve her anının geçici olduğunu bilir. Bu yüzden özgürlüğün getirdiği kaygı, ölümle yüzleşildiğinde daha da derinleşir. İnsan, kendi varlığını anlamlandırma çabasında, ölümü de yaşamın bir parçası olarak kabullenmek zorundadır.
Özgürlüğün ve ölümün yarattığı varoluşsal kaygı, insanı ya kaçışa ya da anlam yaratma sürecine sürükler. Kimi insanlar, bu kaygıyla başa çıkmak için kendilerini önceden belirlenmiş değerlere teslim eder. Kimisi, hiçbir şeyin anlamı olmadığına inanarak hayatı kayıtsızca yaşar. Ancak gerçekten özgür olan birey, anlamı kendi yaratır. Kendi değerlerini belirler, kendi yolunu çizer. Özgürlük, yalnızca seçim yapma hakkı değil, aynı zamanda o seçimi bilinçli bir şekilde yaşama zorunluluğudur.
Özgürlüğü kabul eden insan, yalnızlığını da kabul etmelidir. Çünkü özgür birey, toplumun dayattığı düşünce kalıplarının dışına çıkar ve kendi varoluşunu kendi inşa eder. Bu yalnızlık, bir eksiklik değil, tam tersine bireyin kendini keşfetme sürecidir. İnsan, özgürlüğünü kabul ettiğinde artık başkalarının belirlediği anlamlarla yetinmez. Kendi varoluşunu kendi anlamlandırmak zorunda kalır.
Ölümle, özgürlükle ve yalnızlıkla yüzleşmek, bireyi daha bilinçli bir yaşama yönlendirebilir. Ancak bu yüzleşme, her zaman kolay değildir. Çünkü insan, kendi varlığının sorumluluğunu üstlenmekten korkar. Bu korku, bazen kaçışı, bazen yüzleşmeyi getirir. Ancak gerçek özgürlük, ancak ve ancak bireyin kendi varlığını kabullenmesiyle mümkündür.
İnsanın özgürlüğü, yalnızlığı ve ölümü kabullenme süreci, onun varoluşunun en derin sınavlarından biridir. Özgürlüğü benimsemek, bireyin kendi anlamını yaratmasını gerektirir. Ancak bu süreç, varoluşsal yalnızlığı da beraberinde getirir. Ölümle yüzleşmek ise, bireyin seçimlerinin değerini anlamasına yardımcı olur. Özgürlüğün kaygısı, ölümün kaçınılmazlığı ve yalnızlığın kaçınılmaz gerçekliği, insanın varoluşunu şekillendiren temel unsurlardır. Ve gerçekten özgür olan birey, bu unsurları kabullenip kendi varlığını bilinçli bir şekilde inşa eden kişidir.
Birey, özgürlüğü ararken ondan korkmamalı, yalnızlığı yaşarken ondan kaçmamalı ve ölümle yüzleşirken yaşamın değerini unutmamalıdır. Çünkü gerçek özgürlük, insanın kendi varoluşunu kabullenmesiyle başlar.