Bir medeniyet, yalnızca binalardan, sanayi tesislerinden, teknolojik icatlardan ibaret değildir. Bunlar, onu ayakta tutan omurgalardır ama ruhunu besleyen şey düşünce, sanat, felsefe ve değerlerdir. Bugün, teknoloji ve savunma sanayisinde büyük ilerlemeler kaydeden Türkiye, kendi bağımsızlığını ve gücünü tahkim ederken bir soruyla yüzleşmek zorundadır: Bütün bu maddi kazanımların arkasında nasıl bir fikri ve manevi temel var? Eğer bir millet, sadece savaş meydanlarında, üretim bantlarında veya yazılım laboratuvarlarında değil, aynı zamanda düşünce dünyasında da zafer kazanamazsa, medeniyet tasavvuru tamamlanmamış demektir.

 

Tarih, bizlere bir şey öğretiyor: Medeniyetler, yalnızca fiziksel güçleriyle değil, inşa ettikleri düşünce sistemleriyle ayakta kalır. Selçuklu’nun altın çağında, Melikşah, Nizamülmülk ve Gazali’nin birlikte kurduğu sistem, sadece devletin askeri gücünü değil, entelektüel derinliğini de inşa etmişti. Melikşah, Selçuklu’yu genişleten kurucu, Nizamülmülk, devleti sağlam bir sistem üzerine oturtan konumlandırıcı, Gazali ise onun manevi ve düşünsel yapısını kuran koruyucu olmuştu. Bugün Türkiye’nin de önünde benzer bir meydan okuma var: Savunma sanayisini ve teknolojiyi inşa eden liderler kadar, bunların arkasındaki fikri dünyayı inşa eden entelektüel önderlere de ihtiyaç var.

 

Ülkemizin umudu, iftiharımız Baykar ve Selçuk Bayraktar, Türkiye’nin teknoloji hamlesinin öncüleridir. Bayraktar TB2 ve Akıncı TİHA, sadece savunma alanında değil, Türkiye’nin bağımsızlığını pekiştiren önemli kazanımlar olmuştur. Ancak teknoloji üretmek yetmez; onu hangi değerler, hangi fikri çerçeve, hangi medeniyet perspektifi içinde geliştirdiğimiz de önemlidir.

 

Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) burada devreye giriyor. Yusuf Kaplan Hocamızın öncülüğünde, sadece teknik bilgi değil, felsefi derinlik, tarihsel bilinç ve sanatsal estetik ile donatılmış bireyler yetiştirmeyi amaçlayan bir düşünce hareketi olarak yükseliyor. MTO’nun temel argümanı şudur: Eğer bir toplum sadece teknoloji üreten ama düşünce üretmeyen bir hale gelirse, kendi teknolojisini bile yönetemez.

 

Peki, Türkiye bu iki yönü nasıl bir araya getirebilir? Nasıl hem askeri ve teknolojik gücü hem de fikri ve manevi derinliği aynı anda inşa edebilir? Bu soruların yanıtını aramak için, tarihe bakmalı ve bugünü yeniden anlamlandırmalıyız.

 

Medeniyetlerin yükselişi ve çöküşü, yalnızca savaş meydanlarında ya da ekonomik verilerde okunmaz; onların kaderini belirleyen asıl unsur, bilgi üretimi ve düşünsel birikimdir. Bir milletin varlığı, yalnızca askeri zaferlerle değil, kendi hikayesini yazabilmesiyle devam eder. Bugün, Türkiye’nin teknoloji ve savunma alanında kazandığı başarılar, güçlü bir hikâyenin ilk satırlarını oluşturuyor. Ancak asıl soru şudur: Bu hikâye, nasıl bir fikri çerçeve içinde şekillenecek?

 

Batı’nın sanayi devriminden itibaren geliştirdiği model, bilimi, teknolojiyi ve üretimi kutsallaştırırken, bunları hangi etik ve manevi temellere oturtacağı konusunda net bir yön belirleyememiştir. Bugün, teknoloji geliştiren ama insani ve ahlaki boyutu göz ardı eden bir dünya düzeniyle karşı karşıyayız. Yapay zeka, otonom silah sistemleri ve küresel veri tekelleri, insanlığı daha ileriye taşımak yerine, onu bir kontrol mekanizmasına dönüştürme riski taşıyor.

 

Türkiye, bu denklemin neresinde duracak? Baykar gibi şirketlerin ortaya koyduğu teknolojik hamleler, yerli ve milli bir anlayışla geliştirilse de, eğer bu teknolojiler medeniyet perspektifiyle şekillenmezse, sadece teknik başarılarla sınırlı kalır. Bir teknolojinin sahibi olmak kadar, o teknolojiyi hangi değerlerle yönlendirdiğimiz de önemlidir. İşte burada, Medeniyet Tasavvuru Okulu'nun (MTO) ortaya koyduğu derin düşünsel açılım kritik bir rol oynuyor.

 

MTO’nun temel argümanı, teknolojinin ve düşüncenin bir bütün olarak ele alınması gerektiğidir. Bugün, bizim yeni Nizamiye Medreseleri’ne ihtiyacımız var. Ancak bu sefer, taş binaların içinde değil, dijital dünyada inşa edilen bir entelektüel sistem kurmamız gerekiyor. Yusuf Kaplan Hocamız’ın bu girişimi, teknoloji ile düşüncenin ayrışmasını durdurmayı amaçlayan bir hamle olarak görülebilir.

 

MTO, bir Nizamiye Medresesi olabilir mi? Bu sorunun yanıtı, Türkiye’nin nasıl bir medeniyet vizyonu oluşturacağıyla doğrudan bağlantılıdır. Bugün, dijital çağın büyük düşünürlerini yetiştirmek, tıpkı Selçuklu döneminde olduğu gibi, bir konumlandırıcı gücün inşa edilmesini gerektiriyor.

 

Ancak burada kritik bir nokta var: Teknolojiyi geliştiren mühendislerle, medeniyet perspektifini oluşturan düşünürler arasındaki bağ yeterince güçlü mü? Eğer mühendis, sadece kod yazan ya da savunma sistemleri üreten bir teknisyen olarak yetiştirilirse, bu bizi gerçek bir medeniyet inşasına götürebilir mi? Aynı şekilde, eğer bir entelektüel, teknolojinin sunduğu imkanlardan bihaber kalırsa, çağın ruhunu kavrayabilir mi?

 

Tarih, bizlere Nizamülmülk ve Gazali arasındaki ilişkiyi hatırlatıyor. Nizamülmülk, devletin omurgasını inşa eden isimdi; ancak bu omurga, Gazali’nin fikirleriyle ruh kazandı. Bugün Türkiye’nin de yeni bir Gazali’ye ihtiyacı var. Sadece politik ve askeri bir güç olmak yetmez; bunun ardında düşünce ve bilinç inşası da bulunmalı.

 

Bir medeniyet, yalnızca var olan bir düzenin devamı değildir; aynı zamanda kendi çağının ruhunu okuyarak, geleceği inşa etme yeteneğidir. Bugün Türkiye’nin önündeki en büyük meydan okuma da budur: Teknolojik bağımsızlığını sağlayarak, düşünsel ve kültürel bir bağımsızlık da inşa edebilir mi?

 

Batı’nın bilimsel ve teknolojik ilerlemesi, Rönesans ve Aydınlanma ile şekillenen bir fikri temel üzerine inşa edilmiştir. Ancak bizler, kendi medeniyet tasavvurumuzu oluştururken hangi fikri temellerden besleneceğiz? Gazali, İbn Haldun, Farabi, İbn Sina gibi düşünürlerin perspektifi, bugünün teknolojik dünyasına nasıl entegre edilebilir?

 

Bugün, üniversiteler bilgiyi aktaran ama onu üretemeyen yerler haline gelmiştir. Halbuki, bilgi üretimi, medeniyetlerin inşasında en kritik unsurdur. Nizamiye Medreseleri, sadece dinî ve felsefi bir eğitim merkezi değil, aynı zamanda döneminin en ileri bilimlerini barındıran bir akademi niteliğindeydi. Bugün, biz de yeni bir Nizamiye modeli oluşturabilir miyiz?

 

MTO’nun amacı, bir “Dijital Nizamiye Medresesi” olarak konumlanmak olabilir mi? Yani, düşünce insanları ile teknoloji insanlarını aynı masada buluşturan bir yapı kurmak mümkün mü? Eğer bu sağlanamazsa, Türkiye teknoloji üreten ama kendi fikirlerini üretemeyen bir ülke konumunda kalabilir.

 

MTO’nun önerdiği “100KitapListesi” Düşünce Yolculuğu, tam da bu ayrışmayı gidermeyi hedefliyor. Felsefe, tarih, sanat ve bilim bir arada öğretilmezse, ortaya çıkan insan sadece teknik birer operatör olur, ama bir medeniyet taşıyıcısı olamaz.

 

Bugün yapay zeka, insansız hava araçları, siber güvenlik sistemleri gibi konular, yalnızca teknik değil, aynı zamanda ahlaki meselelerdir. Bir ülkenin teknolojiyi nasıl kullandığı, onun hangi medeniyet perspektifine sahip olduğunu gösterir. Eğer bir millet, sadece savaş kazanmak için teknoloji üretirse, o millet geleceği inşa edemez; sadece günü kurtarır.

 

İşte bu yüzden, Selçuk Bayraktar ve Baykar ekibinin geliştirdiği teknolojik atılımlar, yalnızca bir mühendislik başarısı olarak değil, bir medeniyet hamlesi olarak da değerlendirilmelidir. Ancak burada kritik bir eksiklik var: Bu teknolojileri hangi düşünce sisteminin yönlendirdiği meselesi. Eğer bu yönlendirme medeniyet perspektifiyle yapılmazsa, Türkiye sadece güçlü bir sanayi ülkesi olur ama bir medeniyet merkezi olamaz.

 

Yusuf Kaplan Hocamızın “Medeniyet Tasavvuru” olarak ortaya koyduğu düşünce modeli, bu açığı kapatmayı amaçlıyor. Ancak bu iki dünya—teknoloji ve düşünce—gerçekten birleşebilir mi? Eğer mühendisler sadece mühendis, filozoflar sadece filozof olarak yetişirse, bu birleşme mümkün olabilir mi? İbn Sina aynı zamanda bir doktor, bir filozof ve bir matematikçiydi; peki bugün neden disiplinler arasında bu kadar keskin sınırlar var?

 

Selçuklu’nun en büyük entelektüel gücü Gazali’ydi. O, yalnızca felsefi düşüncenin değil, aynı zamanda bir medeniyetin ahlaki omurgasının da mimarıydı. Bugün, biz de yeni Gazalîlere ihtiyaç duyuyoruz. Teknoloji üreten ama değer üretmeyen bir toplum, eninde sonunda ürettiği teknolojinin kölesi olur.

 

Batı, teknolojik ilerlemeyi kutsarken, insanın ruhunu ihmal etti. Modern dünyada insan, kendi üretim sürecine hapsolmuş, varoluşsal bir kriz yaşayan bir varlığa dönüştü. Türkiye, eğer sadece Batı’nın ürettiği modeli kopyalarsa, bu krizden kaçamaz. Oysa, kendi medeniyet kodlarımızdan beslenen yeni bir model inşa etmek mümkün olabilir mi?

 

Türkiye’nin mühendislerini birer filozof, filozoflarını birer mühendis gibi yetiştiren bir sisteme ihtiyacı var. Eğer bu sağlanamazsa, teknoloji yalnızca araç olarak kalır ve bir medeniyet projesine dönüşemez.

 

Tarih bize gösteriyor ki, medeniyetler yalnızca teknik ve askeri başarılarla değil, aynı zamanda derin düşünce sistemleriyle yükselir. Türkiye bugün, savunma sanayiinde ve teknoloji üretiminde büyük bir sıçrama yapmış durumda. Ancak asıl soru şu: Bu teknolojik hamleler, bir medeniyet inşasına dönüşebilir mi?

 

Selçuklu’yu Selçuklu yapan yalnızca Melikşah’ın fetihleri değil, Nizamülmülk’ün kurduğu sistem ve Gazali’nin ona kattığı manevi derinlikti. Bugün de benzer bir üçlüye ihtiyacımız var:

 

Kurucu: Savunma sanayi ve teknoloji alanında Türkiye’yi güçlü kılacak liderler ve mühendisler.

 

Konumlandırıcı: Bu gücü sürdürülebilir bir sisteme oturtacak devlet adamları ve stratejistler.

 

Koruyucu: Bütün bunların arkasındaki düşünsel ve ahlaki çerçeveyi kuracak entelektüeller ve sanatçılar.

 

Bu üçlü eksende, Türkiye’nin hem maddi hem de manevi bir medeniyet merkezi olabilmesi için iki şeyin birleşmesi gerekiyor:

 

1.    Teknoloji Üretimi ve Stratejik Güç

Baykar ve Selçuk Bayraktar gibi girişimler, Türkiye’nin bağımsızlığı açısından kritik öneme sahip. Ancak bu teknolojiler hangi etik ve kültürel kodlarla geliştiriliyor? Bir ülkenin güçlü olması, sadece makineleriyle değil, o makineleri üreten zihniyetle mümkündür. Teknolojinin ruhu olmazsa, onu kim yönlendirecek?

 

2.    Düşünsel ve Kültürel Bir İnşa

Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO), Türkiye’nin entelektüel bağımsızlığını sağlaması açısından kritik bir misyon üstleniyor. Ancak bu misyon sadece entelektüel çevrelerde kalırsa, mühendislerle ve teknoloji insanlarıyla birleşmezse, bu hareket eksik kalır. Bugün mühendislerimiz felsefe bilmeli, filozoflarımız teknolojiyi anlamalı. Bilim, sanat ve felsefe arasındaki kopukluk giderilmezse, Türkiye’nin teknoloji hamlesi medeniyet hamlesine dönüşemez.

 

Geleceği inşa edecek nesiller, hem mühendis hem filozof olmalı. Hem aklı hem de ruhu besleyen bir eğitim modeli olmadan, bir millet geleceğini inşa edemez.

 

İbn Sina hem bir doktor hem bir filozof idi.

 

Gazali hem bir ilahiyatçı hem bir düşünce adamıydı.

 

Ali Kuşçu hem bir astronom hem bir matematikçiydi.

 

Peki, bugün neden mühendisler sadece mühendis, düşünürler sadece düşünür? Bizi çağ kapatıp yeni bir çağ açan medeniyet olmaktan uzaklaştıran şey, işte bu kopukluktur.

 

Bugün, Türkiye’nin önünde iki yol var:

 

1.    Sadece teknoloji üreten, ama onu bir düşünce sistemine oturtamayan bir sanayi ülkesi olmak.

 

2.    Teknolojiyle birlikte, onu yönlendirecek bir fikir ve kültür sistemi inşa ederek bir medeniyet merkezi olmak.

 

Eğer ikinci yol seçilirse, Türkiye bir çağ açabilir. Eğer teknoloji ve düşünce birbirinden kopuk kalırsa, sadece günü kurtarabiliriz, ama geleceği inşa edemeyiz.

 

Bugün, yeni Nizamiye Medreseleri’ni dijital dünyada kurmanın zamanı.

 

Yeni Gazalîleri, İbn Haldunları, Ali Kuşçuları yetiştirmenin vakti geldi.

 

Teknolojiyle birlikte, onu yönlendirecek fikirleri üretme vakti.

 

Medeniyetin geleceğini inşa etmeye var mıyız?