Şehir ışıkları, kalpleriyle yarışan kırmızı vitrin süsleri, çiçekçilerin raflarında birbiriyle yarışan güller, laleler, karanfiller... Aşkın bir günü olabilir mi? O güne sığdırılabilir mi? İnsan yüzyıllardır bu sorunun etrafında dolanıyor. Aşkın, gökyüzüne yükselen bir balon mu yoksa eninde sonunda patlamaya mahkûm bir sabun köpüğü mü olduğu tartışılıyor. Aziz Valentine’in hikâyesi, dinî bir özveri mi, yoksa pazarlamanın ustaca bir manipülasyonu mu?
İnsanlar romantizmi ya coşkuyla kutluyor ya da tüketim kültürüne esir edilmesinden şikâyet ediyor. Oysa aşk, insan doğasının en derin, en çelişkili duygularından biri. Hem yaratıcı hem yıkıcı, hem umut dolu hem trajik... Tıpkı filmlerde olduğu gibi; bazen mutlu sonla, bazen iç burkan bir hüzünle bitiyor.
Ama gerçekte aşkı en saf hâliyle yaşayan kim? Bir restoranda sevgilisine diz çöküp tektaş uzatan adam mı, yoksa yıllarca unutamadığı bir yüzü sokakta bir anlığına gördüğünde göğsü sıkışan kişi mi? Bir kalp, aşkı en çok hangi anında hisseder?
Aşk, insanın en yüce hislerinden biri olarak tanımlanır. Sanat eserlerinin, şiirlerin, şarkıların ve destanların temelinde yatan bu duygu, insanın ruhunu gökyüzüne yükselten bir kanat gibi anlatılır. Ancak modern dünyada aşk, sanki yüceliğini kaybetmiş, bir pazarlama unsuru hâline gelmiş gibi. İki insan arasındaki derin bağ, vitrinlerde kırmızı kutular içinde satılan çikolatalarla, pahalı restoran rezervasyonlarıyla ve romantik tatillerle ölçülür olmuş. Peki, bu gerçek aşk mı? Yoksa aşkın kendisi mi artık bir tüketim malzemesi?
Bunu anlamak için aşkın farklı yüzlerine bakmak gerek. Bir yanda, savaşın gölgesinde yeşeren bir sevdanın trajedisi var. İki insan, kaosun içinde birbirine tutunmaya çalışırken, aşkları adeta bir isyan hâline geliyor. Tıpkı yüzyıllar boyunca anlatılan büyük aşk hikâyeleri gibi… Çünkü bu hikâyelerde aşk, bir mücadele, bir özveri, bir varoluş meselesidir. Diğer yanda ise, tüketim kültürünün dayattığı, parayla inşa edilen romantizm anlayışı var. Kırmızı balonlar, çiçekler, yüzükler, pırlantalar…
Oysa aşk, en sahici hâlini en basit anlarda göstermez mi? Bazen bir sokak lambasının altında vedalaşırken, bazen bir park bankında oturup göz göze gelindiğinde ya da yağmurlu bir günde paylaşılan bir şemsiyenin altında, kelimelerin gereksizleştiği bir anda…
Ama modern aşk hikâyeleri, bunu anlatmaz. Filmler bile aşkı ya destansı bir dramaya ya da hayalî bir peri masalına dönüştürmek zorundadır. Gerçek aşk, böyle bir şey midir? Yoksa aşk, göz göze gelinen anda duyulan derin bir ürperti, sesini bile çıkarmadan anlaşabilme yetisi, kaybetme korkusunun içten içe duyduğu sızı mıdır?
Ancak şunu unutmamak gerekir: Aşkın yüceltilmesi de, tüketim malzemesi hâline getirilmesi de insanın kendi eliyle yaptığı şeylerdir. Biz, aşka nasıl baktığımıza göre, onu ya bir ticaret unsuru ya da kutsal bir his hâline getiriyoruz.
İnsan aşka nasıl inanır? Onu nasıl yaşar? Aşk, yalnızca filmlerdeki gibi aniden patlayan bir duygu mu, yoksa yavaş yavaş içimize işleyen, kök salan bir gerçeklik mi? Belki de ikisi birden. İnsan, aşkı bazen bir bakışta, bazen bir kokuya ya da bir şarkının tınısına gizlenmiş hatıralarda bulur.
Ancak modern dünya bize aşkı, tıpkı bir film senaryosu gibi paketleyip sunuyor. Önce büyüleyici bir tanışma anı olmalı, ardından zorluklar gelmeli ve nihayetinde ya sonsuz mutluluk ya da büyük bir hüsran yaşanmalı. Tıpkı romantik filmlerde olduğu gibi. Oysa gerçekte aşk bu kadar düzenli mi ilerler? Hayatın kendisi kadar karmaşık değil mi?
Eski aşk mektuplarını hatırlayalım. Kağıdın dokusunu, mürekkebin kokusunu… Eskiden aşk, kelimelerin içinde saklıydı. Bugün ise, dijital mesajların, hızlı tüketilen romantik jestlerin içinde kayboluyor. Eskiden bir bakışı beklemek günler, aylar sürebilirdi. Şimdi ise, anlık mesajlarla her şey bir çırpıda yaşanıp bitiyor. Aşkın büyüsü, belki de sabırda saklıydı.
Bir de, aşkın kaçınılmaz sonu var: Zaman. Zaman, aşkı törpüler mi, yoksa güçlendirir mi? Bazı aşklar, zamanla solarken, bazıları zamanın içinde büyür. Sevgililer Günü gibi özel günlerde insanlar, aşklarını hatırlamaya çalışırken, belki de aşkın gerçekten yaşandığı anları gözden kaçırıyorlar. Çünkü aşk, bir güne sığmaz. Bir anda yaşanır, ama o anlar bir ömür boyunca hissedilir.
Peki aşk gerçekten ne zaman başlar ve ne zaman biter? İlk bakışta mı? İlk dokunuşta mı? Yoksa ayrıldıktan sonra bile yıllarca akıldan çıkmadığında mı? Bazen aşk, bitmiş gibi görünse de, gerçekte hiçbir zaman tam anlamıyla sona ermez.
Ancak aşkı asıl değerli kılan şey, onun tam olarak tanımlanamaması değil midir? Eğer aşkın formülü çözülebilseydi, onu bu kadar özel yapan şey de kaybolmaz mıydı?
Aşk, bir fedakârlık meselesi midir? Sevmek, kendinden vazgeçmek midir? Yoksa aşk, insanın en derin benliğini bulduğu, kendi özüne yaklaştığı bir süreç midir?
Tarih boyunca aşk hikâyeleri genellikle büyük fedakârlıklarla anlatılmıştır. Sevdikleri için her şeyden vazgeçen âşıklar, hayatlarını değiştiren kadınlar ve adamlar, birbirleri için savaşan, kaçan, direnen karakterler… Fakat modern dünyada aşk artık bir fedakârlık meselesi olmaktan çıkmış gibi görünüyor. Artık herkes kendi hayatını, bireyselliğini ve bağımsızlığını korumaya daha fazla önem veriyor. Peki, bu kötü bir şey mi?
Belki de aşk, ne tamamen fedakârlık ne de tamamen bireysellik üzerine kurulu olmalı. Çünkü aşk, iki insanın birbirine kendi dünyalarını getirmesi, o dünyaları birleştirmesi ama aynı zamanda birbirini kaybetmeden yaşaması değil mi? Bir zamanlar aşk, bir varoluş biçimiydi. Bir insanın başka bir insanı dönüştürdüğü, değiştirdiği, bazen iyileştirdiği bir süreçti. Bugün ise aşk, daha çok bir uyum arayışı. Aşık olduğumuz kişide kendimizi görmek istiyoruz. Ona benzemek, onda kendimizi keşfetmek istiyoruz.
Ancak işte tam da burada aşkın paradoksu başlıyor. Çünkü aşkın bir tarafı, kişinin kendini tamamen kaptırmasını isterken, diğer tarafı kendi kimliğini korumasını bekler. İki kişi arasındaki aşk, tıpkı iki gezegenin yörüngesini paylaşması gibi olmalıdır: Birbirine yakın, ama çarpışmayacak kadar mesafeli…
Aşk, bir gün dönüp baktığında içini titreten bir hatıra mı, yoksa hâlâ yaşamakta olduğun bir his mi? Hangisi gerçek aşk? Geçmişte kalmış, ama zihinde sonsuz kere yaşanan bir duygu mu, yoksa her an içinde nefes alan, geleceğe dair umut barındıran bir bağ mı?
Belki de aşkın en büyük trajedisi, onun hep eksik kalmasıdır. Gerçek aşk, tam anlamıyla yaşanamaz. Ya imkânsızdır, ya da zaman onu değiştirir. Bu yüzden, belki de aşkın en saf hâli, hiç yaşanmamış olanıdır.
Ama yine de insan, her şeye rağmen aşka inanır. Çünkü aşk, hayatın içinde en çok hissetmek istediğimiz şeydir.
Aşk, bir günü aşar mı? Bir hafta, bir yıl, bir ömür boyunca var olabilir mi? Yoksa, her büyük duygu gibi gelip geçici midir? Zihnimizin, hatıraların ve duyguların bir oyunu mu, yoksa gerçekliği şekillendiren en temel his mi?
Bugünün dünyasında aşkın iki büyük düşmanı var: Zamansızlık ve tüketim. Zaman, aşkı aşındırıyor, hisleri eskimiş fotoğraflar gibi soluklaştırıyor. Tüketim ise onu çerçevelere, parıltılı vitrinlere, paketlenmiş romantik anlara sıkıştırıyor. Ama aşk, bunların hiçbiri değil. O, bir anda yaşanan, hissedilen, zamanın kendisini durduran bir şey.
Gerçek aşk, gösterişli günlerde değil, sıradan anların içinde saklı. Bazen sabah kahvesini birlikte yudumlarken, bazen hiç konuşmadan yan yana yürürken, bazen yalnızca birinin elinin diğerinin omzuna dokunduğu o kısa sürede. Aşk, çiçek buketlerinde ya da pahalı hediyelerde değil, iki insanın birbirine sunduğu görünmez ama derin bağlılıkta saklı.
O yüzden aşk, belki de asla tam olarak anlaşılamayacak. O, hem yüce hem sıradan, hem sonsuz hem gelip geçici bir his. İnsan onu yakalamaya çalıştıkça, parmaklarının arasından kaçan bir su damlası gibi… Ama yine de, aşkı hissetmek için ona inanmak gerekiyor. Ona inanmadığında, var olmuyor.
Ve belki de aşkın en büyük büyüsü bu: Onu hissetmek için önce varlığına inanmak gerek.
Aşkın bir günü olabilir mi? Hayır. Ama ona inanan biri için, her gün aşkın günü olabilir.