Zaman, görünmeyen bir ustanın ellerinde şekillenen ince bir sanat eseridir. Hiç kimse bir taşın yıllar içinde nasıl pürüzsüzleştiğini an be an gözlemleyemez; ancak rüzgârın ve suyun sabrı, sonunda en sert kayayı bile yontar. İnsan hayatı da böyledir. Doğduğumuz anda elimizde bir kâğıt yoktur, hiçbir şey yazılı değildir. Ama yaşam, kendi kalemiyle kaderimizi şekillendirirken, biz çoğu zaman bu yazıya direnç gösteririz. Kimimiz sabırla bekler, kimimiz isyan eder, kimimizse akışın içinde kaybolur. Sabır, şükür ve kader; birbirine sıkıca bağlı, ama çoğu zaman kavranması en zor olan kavramlardır.

Sabır, gözle görülmeyen bir kuyumcu gibi insanı işleyerek dönüştürür. Ama bu işlenme süreci kolay değildir. Çünkü sabır, yalnızca durup bekleyiş değildir; içinde derin anlamlar barındıran aktif bir direniştir. Bir çocuğun büyüyebilmesi için yıllar gerekir, ama bu yıllar boyunca beden sadece şekil almaz; ruh da acılarla, kayıplarla, sevinçlerle, umutlarla yoğrulur. Sabır, sadece beklemek değil, bekleyiş sırasında dönüşebilmektir. Zamanın bize sunduğu şekillenme sürecini kabullenmeden sabırdan söz etmek mümkün müdür? Eğer bir dağ, yüzyıllar boyunca rüzgâr tarafından aşındırıldığını anlamıyorsa, ona “sabırlı” diyebilir miyiz? İşte insan da böyle bir sınavdan geçer; bazen sürecin farkına varır, bazen de kendini bu akışın içinde kaybeder.

Ama sadece sabır yeterli midir? Sabır, içini şükürle doldurmadığında, insanın ruhunu kemiren bir boşluk haline gelir. Çünkü sabretmek, bekleyişin içinde anlam bulmakla mümkündür. Şükretmek, elimizdekilere bakıp onların kıymetini görebilmektir. Ancak şükür sadece sahip olduklarımız için midir? Hayır, şükür, bazen kaybettiklerimizde de saklıdır. Tıpkı bir kuyumcunun, değerli bir taşı şekillendirmek için fazlalıkları kazıması gibi, hayat da bazen elimizden bir şeyleri alarak bizi şekillendirir. Ama insan, kaybettiklerinin kendisini nasıl dönüştürdüğünü göremezse, şükrün ne anlama geldiğini de anlayamaz.

Peki ya kader? Hayatın bizim için çizdiği yolu anlamak mümkün müdür? Yoksa yaşadıklarımız, sadece rastgele olayların bir araya gelmesi midir? İnsan, kaderiyle yüzleştiğinde iki seçenekle karşı karşıya kalır: Ya teslim olur ya da mücadele eder. Ama kader sadece bu iki seçenekten mi ibarettir? Belki de kader, yalnızca başımıza gelenler değil, başımıza gelenlere verdiğimiz tepkilerdir. Eğer bir gemi, fırtınalı bir denizde batmak zorundaysa, o geminin kaptanı suya teslim mi olmalıdır, yoksa kürek çekerek sahile ulaşmaya mı çalışmalıdır? İşte kader, insanın karşısına çıkardığı yollar kadar, insanın o yollara verdiği tepkilerde de saklıdır.

Bu üç kavram “sabır, şükür ve kader” hayatın görünmez mimarlarıdır. Ancak onları anlamak, bir manzaranın yalnızca dış hatlarını görmek değil, o manzaranın içindeki tüm detayları keşfetmekle mümkündür. Çünkü hayat, sadece bir yolculuk değildir; hayat, her an yeniden yazılan bir hikâyedir. Ve bizler, o hikâyenin hem yazarları hem de kahramanlarıyız.

Sabır, insan ruhunu şekillendiren en eski sanatçıdır. Ancak sabır, çoğu zaman yanlış anlaşılan bir kavramdır. Sabretmek, sadece zamana direnmek değildir; sabır, zamanın içinden geçerken değişebilmektir. İnsan, bir kılıç gibi dövüle dövüle sertleşir ya da bir tohum gibi toprağın altında çatlayarak büyümeye başlar. Ama her iki durumda da sabır, bir bekleyiş değil, bir dönüşüm sürecidir. Eğer bir taş, suyun altında binlerce yıl kalıp yumuşuyorsa, bu sadece zamanın etkisiyle değil, taşın suyla olan ilişkisiyledir. İnsan da hayatın içinde böyle bir dönüşüm yaşar; ama bunu anlamak için bazen yavaşlamak, bazen de acının içinden geçmek zorundadır.

Zaman, insanın en büyük öğretmenidir; ancak sabrı öğrenmek için zamanın sadece geçmesini beklemek yetmez. Sabır, insanın her an kendini inşa ettiği bir sanat gibidir. Bir ressamın tuvale ilk fırça darbesini vurduğunda ne çizeceğini tam olarak bilmemesi gibi, insan da sabırla kendi hayatını boyar. Ama bu resim, bazen istediğimiz gibi olmaz; bazen renkler dağılır, bazen çizgiler bozulur. İşte o anlarda insan, sabırla boyamaya devam mı eder, yoksa fırçayı bırakıp resme sırtını mı döner? Gerçek sabır, fırçayı bırakmamak, yanlış boyadığımız yerleri bile sanatın bir parçası haline getirmektir. Çünkü sabır, sadece dayanmak değil, süreç içinde anlam bulmaktır.

Bazen sabır, rüzgârın eğdiği bir ağacın köklerini toprağa daha sıkı tutması gibidir. Dışarıdan bakıldığında ağaç kırılacak gibi görünür, ama aslında fırtına ona daha güçlü olmayı öğretmektedir. İnsan da böyledir. En sert darbeleri aldığında bile içinde bir şeylerin değiştiğini fark eder. Ama sabırsız biri için bu süreç işkence gibidir; çünkü sabırsızlık, anlık bir çözüm arayışıdır. Oysa hayat, çözülmesi gereken bir problem değil, içine dalınması gereken bir nehirdir. Sabırsızlık, nehri geçmeye çalışırken hemen öteki kıyıya varmak istemektir; sabır ise nehrin akışına güvenip, dalgaların bizi şekillendirmesine izin vermektir.

Ancak sabır sadece ferdi bir mesele değildir; sabır, insanın dünyayla ve başkalarıyla kurduğu ilişkinin de temelidir. Eğer bir toplum sabırlı değilse, her şey özden uzak kalır. Bir mimar, bir binayı inşa ederken sabretmezse, o bina çabucak çöker. Bir çiftçi, toprağına sabırla bakmazsa, mahsul alamaz. Bir müzisyen, sabırla notalarını düzenlemezse, müziği ruhsuz olur. Sabır, sadece bir kişinin değil, toplumların da temel direğidir. Eğer bir toplum sabır yerine aceleciliği, derinlik yerine sığlığı, süreç yerine sonucu kutsarsa, sonunda her şeyin içi boşalır. Çünkü sabırsızlık, bir meyveyi olmadan koparmak, bir kitabı son sayfasına atlayarak okumak, bir ilişkiyi daha derinleşmeden terk etmektir.

Ama sabır, aynı zamanda bir testtir. İnsan, sabrının sınandığı anlarda kim olduğunu anlar. Beklemek, acıya katlanmak ya da umudunu kaybetmemek—bunlar sabrın farklı yüzleridir. Ama en zor olanı, sabırla beklerken inancını yitirmemektir. Bazen insan bekler ama artık beklediği şeyin gelmeyeceğini düşünmeye başlar. İşte o noktada sabır, bir savaşa dönüşür. O savaşın içinde insan, kendi iç sesini duymaz hale gelir; çünkü zihni sürekli sorularla doludur: “Neden hâlâ olmadı?”, “Neden hâlâ değişmedi?”, “Neden hâlâ acı çekiyorum?” İşte sabır, bu soruların içinde kaybolmadan, o sessiz savaşın içinden geçerek olgunlaşmaktır.

Tıpkı bir heykeltıraşın mermeri yontması gibi, hayat da insanı sabırla yontar. Ama her darbe, şekillendirici bir darbedir. Eğer bir mermer, usta bir sanatçının elinde şekil alıyorsa, o heykelin içindeki güzellik zaten en başından beri oradadır. Sanatçı sadece fazlalıkları temizler. Sabır, insanın içindeki özün ortaya çıkmasını sağlayan bir yontma sürecidir. Ama bu süreçte acı, bekleyiş, belirsizlik ve mücadele kaçınılmazdır. İnsan, sabırla olgunlaşır, sabırla öğrenir, sabırla dönüşür. Ancak sabrın içinde bir şey daha gizlidir: Şükür. Çünkü sabır, şükürle birleştiğinde anlam kazanır. Sabrettiğimiz şey için şükredebilirsek, o zaman dönüşümümüz tamamlanmış olur. Ama şükretmeden sabretmek, sonsuz bir bekleyişin içinde kaybolmaktır.

Şükür, insanın ruhunda gizlenmiş ama çoğu zaman fark edemediği bir pencere gibidir. Bu pencere bazen öylesine tozlanır ki içinden bakmak mümkün olmaz; bazen de yanlış yerlere baktığımızdan neyin değerli, neyin önemsiz olduğunu anlayamayız. İnsan, hayatı boyunca hep bir şeyleri bekler: Daha fazla para, daha iyi bir iş, daha büyük bir ev, daha anlamlı bir hayat… Ama tüm bu bekleyişlerin içinde asıl önemli olanı kaçırır: Şu anda, tam burada, elinde olanların farkına varmak. Şükür, sahip olduğun şeylerin kıymetini anlamak değil, aynı zamanda sahip olmadıklarının da değerini kavrayabilmektir.

Ancak şükür, sıradan bir minnettarlık hissi değildir. Çünkü insan, gerçekten şükretmek için önce kaybetmeyi tatmalıdır. Bir şeyi kaybetmeden onun kıymetini anlamak neredeyse imkânsızdır. Bu yüzden gözlerimizi açtığımız her sabah, bir nimettir; ama bunu fark etmek için önce kör olmayı hayal etmek gerekir. Bir günlüğüne sessiz bir dünyaya uyanmak, bir günlüğüne hiçbir şeye dokunamamak, bir günlüğüne hiçbir tat alamamak… İnsan, kaybetmeden anlayamaz. Ancak burada trajik olan, çoğumuzun kaybettikten sonra bile ders alamamasıdır. Çünkü alışkanlıklar, zamanla bizi kör eder. Her sabah aynı rutini yaşarız, her gün aynı yemekleri yeriz, her gün aynı insanlarla konuşuruz. Ve bunların hiçbirini fark etmeyiz. Ancak bir gün bu döngü kırıldığında, şükretmenin ne demek olduğunu kavrarız.

Şükür, sadece güzel şeyler için değil, kötü deneyimler için de olabilir mi? Bir kayıp, bir hastalık, bir hayal kırıklığı, bir başarısızlık… İnsan, acıya şükredebilir mi? İlk bakışta bu imkânsız gibi görünebilir. Ancak en büyük nasihatler, en sert acıların içindedir. Hayat, bir öğretmendir ve en iyi derslerini genellikle acı yoluyla verir. Eğer insan, sadece başına gelen güzel şeyler için şükrederse, eksik bir bakış açısına sahip olur. Şükür, yaşanan her şeyin bir anlamı olduğunu kabul edebilmektir.

Ama bu kabul ediş, edilgen bir teslimiyet midir? Hayır. Şükretmek, pasif bir kabullenme değildir. Aksine, şükretmek aktif bir farkındalık gerektirir. Hayatta başına gelen her şeyi, bir öğretmen gibi görmek; her olayın içinde gizlenmiş bir ders aramak; her kaybın, aslında başka bir kazancın kapısını araladığını anlamak… İşte gerçek şükür budur. Bir çocuğun yürümeyi öğrenirken düşmesine şükretmek gerekir; çünkü düşmeden kalkmayı öğrenemez. Bir insanın başarısız olmasına şükretmesi gerekir; çünkü başarısızlık olmadan gerçek başarıyı tadamaz. Bir yazarın, yüzlerce kez yazıp beğenmediği cümlelere şükretmesi gerekir; çünkü o yanlış cümleler, sonunda doğru olanı bulmasını sağlar.

Ancak şükür, sadece ferdi bir deneyim değildir. Bir toplum da şükretmeyi unuttuğunda, çöküş başlar. Tüketim kültürü, insanları her zaman daha fazlasını istemeye yönlendirir. Daha yeni telefonlar, daha hızlı arabalar, daha büyük evler… Ama hiçbir zaman “Yeterince iyi” diye bir şey yoktur. İnsanlar, ellerindekine değer vermeyi bırakır, çünkü hep daha fazlasına odaklanırlar. Oysa en büyük zenginlik, en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır. Ama bu farkındalık olmadan, şükür mümkün değildir. Bir toplumun şükür duygusunu kaybetmesi, onun en büyük zaafıdır. Çünkü bu, onu sabırsız ve doyumsuz yapar. Sabırsızlık, şükrün zıddıdır. Eğer bir toplum, hemen her şeye sahip olmayı bekliyorsa, hiçbir şeye gerçekten sahip olamaz.

Şükretmeyi öğrenmek, zaman alır. Ama bu öğrenme sürecinde insan, önce kendi bencilliğiyle yüzleşmelidir. İnsan, doğası gereği hep daha fazlasını ister. Ama bir noktada, daha fazlanın aslında bir illüzyon olduğunu anlamak zorundadır. Hayatta en büyük mutluluk, sahip olduğumuz şeylerde gizlidir. Ama bu mutluluğu bulmak için bazen durup gerçekten bakmamız gerekir. Bir pencereden dışarıya bakarken gökyüzünü görmek, bir dostla konuşurken onun sesini gerçekten duymak, bir yemeği yerken tadını hissedebilmek… İşte şükür, tam da burada başlar.

Ancak şükür, sadece ferdi farkındalıkla değil, kaderle de doğrudan ilişkilidir. Çünkü şükür, insanın hayatındaki olayları bir bütün olarak görebilmesini sağlar. Eğer insan, yaşadığı her şeyin bir anlam taşıdığını kabul edebilirse, kaderin kendisine sunduğu yolları daha iyi anlayabilir.

İnsan, çoğu zaman kaderi bir düşman gibi görür. Onu kontrol edemediğimiz bir güç, değiştiremeyeceğimiz bir yazgı, kaçınılmaz bir son olarak düşünürüz. Oysa kader, bizim anladığımızdan çok daha farklı bir şeydir. Kader, yalnızca başımıza gelen olaylar değil, o olaylara nasıl tepki verdiğimizdir. Tıpkı bir nehir gibi: Nehir kıvrılır, yön değiştirir, bazen taşar, bazen kurur ama her zaman denize ulaşmanın bir yolunu bulur. İşte insan da öyledir. Karşısına çıkan yolları seçebilir, geri dönebilir, mücadele edebilir, duraksayabilir ama ne yaparsa yapsın, sonunda kendi gerçeğine ulaşır.

Ancak kaderin en büyük paradoksu şudur: İnsan, onu belirleyebilir mi? Yoksa her şey önceden yazılmış mıdır? Bu soru, çağlar boyunca filozofları, bilginleri, düşünürleri ve sıradan insanları meşgul etmiştir. Kader, bir harita gibi mi çizilmiştir, yoksa biz her adım attığımızda o harita yeniden mi şekillenir? Eğer her şey önceden belirlenmişse, çabalamak anlamsız mıdır? Yoksa çabalarımız da kaderin bir parçası mıdır? İnsan, hayatının bazı anlarında kesinlikle “Bu benim kaderim” der. Birine rastladığında, bir fırsat yakaladığında, beklenmedik bir şey yaşadığında… Ancak aynı insan, zor zamanlarda kaderi sorgular: “Neden ben? Neden böyle oldu? Neden her şey bu kadar zor?” İşte kaderin insan ruhuyla en derin çatışması burada başlar.

Kader, sadece dış dünyada yaşananlar değildir. Kader, insanın içindeki dönüşümlerle de ilgilidir. Bir insanın karşılaştığı zorluklar, onun iç dünyasında bir fırtına yaratır. Bu fırtına, onu ya yok eder ya da güçlendirir. Ama burada belirleyici olan, fırtınanın kendisi değil, o fırtınaya verilen tepkidir. Kimi insan en küçük bir rüzgârda savrulup giderken, kimi insan en büyük fırtınada bile dimdik ayakta kalabilir. Peki, farkı yaratan nedir? Sabır ve şükür. Çünkü sabır, fırtınanın geçici olduğunu bilmektir; şükür ise fırtınanın bile bir anlam taşıdığını kabul edebilmektir.

Ancak kader, insanın yalnızca ferdi yolculuğuyla sınırlı değildir. Kader, bir toplumun, bir medeniyetin, hatta tüm insanlığın hikâyesidir. Bir savaşın çıkması, bir keşfin yapılması, bir kültürün yükselmesi veya çökmesi… Tüm bunlar da kaderin büyük dokusunda yer alır. Ama burada da aynı soru ortaya çıkar: İnsanlar bu büyük olayları değiştirebilir mi, yoksa her şey zaten belirlenmiş midir? Bir liderin aldığı bir karar, milyonlarca insanın hayatını değiştirirken, o liderin o kararı alma süreci de bir başka kaderin sonucudur. İşte bu yüzden kader, sadece ferdi bir mesele değil, genel bir hakikattir

Fakat kaderi anlamak için, insanın kendi geçmişine ve seçimlerine bakması gerekir. Bugün bulunduğun yer, dün yaptığın seçimlerin bir sonucudur. Ama dünkü seçimlerini belirleyen neydi? İçinde bulunduğun şartlar mı, yoksa senin o şartlara verdiğin tepkiler mi? Eğer tamamen özgür olsaydın, yine aynı yolu mu seçerdin? Yoksa kaderin seni fark etmeden yönlendirdiği yollar mı vardı? İşte bu sorular, insanın kendi yaşamına farklı bir gözle bakmasını sağlar.

Kaderin en büyük yanılsamalarından biri, onun bir ceza ya da ödül gibi algılanmasıdır. Oysa kader, ne ödüldür ne de cezadır. Kader, bir öğretmendir. Tıpkı bir ustanın çırağını yetiştirmesi gibi, kader de insanı olgunlaştırır. Ama bu olgunlaşma süreci, bazen acı verici olur. Bir heykeltıraşın taşı yontması gibi, hayat da insanı keskin darbelerle şekillendirir. Ama sonunda ortaya çıkan eser, o darbeler olmadan mümkün olmazdı. Eğer bir taş, şekillendirilmek istemezse, hiçbir zaman bir sanat eserine dönüşemez. Eğer bir demir, ateşin içinde yoğrulmayı reddederse, hiçbir zaman keskin bir kılıç olamaz. İşte insan da böyle bir süreçten geçer.

Ancak kaderin en büyük sırrı, insanın onu ancak geriye dönüp baktığında anlayabilmesidir. Şu an yaşadığın bir olay, belki de anlamını yıllar sonra kazanacaktır. Belki bugün karşılaştığın bir zorluk, seni gelecekte büyük bir fırsata taşıyacaktır. Belki bugün anlam veremediğin bir kayıp, ileride seni hiç tahmin edemeyeceğin bir kazanca götürecektir. İşte bu yüzden kader, anlık değil, kapsayıcı bir kavramdır.

Ancak kaderin içindeki en büyük güç, insanın seçim hakkıdır. İnsan, her ne kadar kader tarafından yönlendirilse de, kendi seçimleriyle bu yolu şekillendirebilir. Bir fırtınanın içindeki bir gemi kaptanı gibi, rüzgârın yönünü değiştiremezsin ama yelkenlerini nasıl kullanacağını sen belirlersin. Ve belki de kaderin en büyük sırrı budur: İnsan, kendi yolunu seçebilir ama yolun sonunu her zaman bilemez.

Hayat, insanın başına gelenler kadar, o gelenleri nasıl anlamlandırdığıyla şekillenir. Sabır, insanı zamana karşı eğiten bir öğretmen, şükür ise gördüklerinin ardındaki anlamı fark ettiren bir aydınlıktır. Kader ise bu ikisini iç içe geçirerek, insanı büyüten, geliştiren ve bazen de sınayan büyük bir anlatıdır. Ancak çoğu zaman, insan bu üç kavramın iç içe geçtiğini fark edemez. Olaylar, kopuk ve rastgele görünebilir; yaşananlar, plansız ve kaotik algılanabilir. Oysa geriye dönüp bakıldığında, her şeyin nasıl bir bütünlük içinde ilerlediği anlaşılır.

İnsan, çoğu zaman yaşadığı süreçleri bir son olarak görür. Acı çektiğinde, bunun kalıcı olduğunu düşünür. Beklediğinde, zamanın artık ilerlemeyeceğini zanneder. Kaybettiğinde, geri dönüşün mümkün olmadığını sanır. Oysa sabır, sürecin bir parçası olduğunu fark etmektir. Zaman, tıpkı bir heykeltıraş gibi insanın ruhunu oyar, şekillendirir, bazen yontar, bazen törpüler. Ancak insan, kendini şekillendiren darbeleri genellikle anlamlandıramaz. Sadece acıyı hisseder, sadece bekleyişin sıkıntısını yaşar. Ama bir gün, o sabrın içinde büyüdüğünü fark eder.

Şükür, işte tam da bu noktada devreye girer. Eğer insan, yalnızca sahip oldukları için değil, yaşadıkları için de şükrederse, hayatı bir bütün olarak görebilir. Şükür, sabrı anlamlı hale getiren şeydir. Çünkü sabretmek, bir süreci kabul etmek ve ondan öğrenmekse, şükretmek de o sürecin içinde saklı olan dersleri görebilmektir. Oysa çoğu insan, yalnızca mutlu olduğunda şükreder, yalnızca rahat olduğunda minnettarlık duyar. Ama gerçek şükür, sadece iyi günlerde değil, zor günlerde de insanın yanında olan bir bilinçtir.

Ve kader… Kader, sadece başımıza gelen olaylar değil, o olaylarla nasıl şekillendiğimizdir. Bir yol düşünelim: Dar, dolambaçlı, taşlarla döşenmiş bir yol. Yoldan geçen herkes, bu taşların sertliğinden şikâyet edebilir, iniş çıkışlardan yorulabilir. Ama o yolu yürüyen kişi, sonunda vardığı yerin değerini ancak geriye dönüp baktığında anlayabilir. Eğer yol düz olsaydı, o yolun insanı şekillendirme gücü de olmazdı. İşte kaderin sırrı burada saklıdır: İnsan, yaşadıklarını anlık olarak anlamlandıramaz; ama zaman geçtikçe, her olayın bir diğerine nasıl bağlı olduğunu fark eder.

Peki insan, kaderini değiştirebilir mi? Yoksa her şey önceden belirlenmiş midir? Belki de kaderin en büyük sırrı, insanın onu şekillendirebilme gücüdür. Çünkü kader, yalnızca başımıza gelenler değil, o gelenlere verdiğimiz tepkilerdir. Eğer bir nehir, denize ulaşmak istiyorsa, kayalara çarpabilir, bazen yolunu değiştirmek zorunda kalabilir. Ama her zaman akmaya devam eder. İnsan da aynıdır: Önüne çıkan engelleri aşabilir, bazen yön değiştirmek zorunda kalabilir. Ama asıl mesele, durmamak, sürecin içinde ilerlemeye devam edebilmektir.

Sabır, şükür ve kader… Üçü birbirinden ayrı değil, aksine bir bütünün parçalarıdır. Sabır, insanın içindeki gücü keşfetmesini sağlar. Şükür, bu keşfi anlamlandırmasına yardımcı olur. Kader ise bu ikisinin iç içe geçerek oluşturduğu büyük tabloyu tamamlar. İnsan, bu üç kavramı birlikte kavrayabildiğinde, hayatını bir bilinmezlik yığını olarak değil, anlamlı bir yolculuk olarak görmeye başlar. Her bekleyişin bir amacı olduğunu, her zorluğun bir dönüşüm fırsatı sunduğunu, her kaybın bir öğrenme sürecine işaret ettiğini fark eder.

Hayat, zamanın kuyumcu ustalığıyla şekillenen bir sanat eseridir. Ama bu sanat eseri, sabırla yontulur, şükürle parlatılır ve kaderin belirlediği form içinde şekillenir. Eğer insan, sabrın içinde anlam bulabilirse, şükrün içinde büyüyebilirse ve kaderin yolculuğunu kabul edebilirse, işte o zaman gerçek huzuru yakalayabilir. Çünkü en büyük bilgelik, hayatı olduğu gibi görmek değil, onu anlamlı kılabilmektir.

Ve belki de kaderin en büyük nasihati budur: İnsan, yaşadığı her şeyin bir bütün olduğunu fark ettiğinde, artık hiçbir şeyden korkmaz. Çünkü bilir ki, her yolculuk, insanı tam da olması gereken yere götürür.