Ruzname

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 342
İnsan, akıl ve ruh arasında gidip gelen bir varlıktır. Bir yanda sınırsız ihtirasları, arzuları, dünyayı şekillendirme ve onu kendi hâkimiyetine alma isteği; diğer yanda hakikatin sükûneti, aşkın ve hikmetin çağrısı vardır. İşte bu iki kutup arasında, varoluşunun anlamını arayan insan, bazen yücelerin doruğuna çıkarken bazen de benliğinin zindanlarına hapsolur. Bu, yalnızca ferdi bir serüven değil, insanlık tarihinin de temel çatışmasıdır. Hakikatin peşine düşen her ruh, hem iç hem de dış dünyada bir savaş vermek zorundadır. Bu savaş, yalnızca maddi dünyaya karşı değil, insanın kendi zaaflarına, korkularına, tembelliğine, teslimiyetine karşı da verilir. Ve bu savaşta kazananlar, yalnızca kılıçlarını keskinleştirenler değil, ruhlarını da diriltmeyi başaranlardır.
Gerçek bir diriliş, geçmişin hatalarından ders almayı, geleceğin ihtişamını inşa etmeyi gerektirir. Ancak bu inşa süreci, basit bir mekân değiştirmek ya da fiziki şartları iyileştirmek değildir. Aksine, her insanın ruhunda başlayan bir devrimdir. Kendi benliğini yıkıp yeniden kurmayan, alışkanlıklarının esiri olmaktan kurtulamayan, öfkesini, heveslerini ve hırslarını dizginleyemeyen bir toplum, asla gerçek anlamda dirilemez. Bu yüzden diriliş, içten dışa, insandan topluma, ruhtan maddeye doğru uzanan bir harekettir. Bu hareket, sabır gerektirir. Çünkü her büyük değişim, sancılarla doğar. Ve bu sancıyı çekenler, onun değerini bilirler.

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 302
Bilinç, kendi ağırlığını taşımakta zorlanan bir yük gibi zihnimizde yankılanırken, insanın içine düştüğü bunalım, kendi gerçekliğiyle hesaplaşamamanın cezası olarak derinleşir. Her çağın kendine has krizleri, hakikatin sisler arasında kaybolmasına sebep olurken, insan zihni sürekli olarak bu sis perdesini aralamaya çalışır. Fakat bazen, hakikatin aydınlığı gözleri kamaştıracak kadar şiddetli olduğunda, insanlar gerçeğin karşısında gözlerini kapamayı tercih ederler.
Bunalımın kaynağı yalnızca insanın iç dünyasında mı saklıdır, yoksa dış dünyada kurulan sahte gerçeklikler mi insanı iç dünyasında bir çöküşe sürükler? İnsanlık tarihi boyunca o, anlam arayışında sürekli olarak bir çatışmanın içine düşmüştür. Bu çatışma, ruhun en derinlerinde yankılanan bir savaşın tezahürü gibidir.

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 281
İnsanlık tarihi, medeniyetlerin doğuşu, yükselişi ve çöküşüyle şekillenmiş, her yıkımın ardından yeni bir diriliş doğmuştur. Bir medeniyet, düşüncede, inançta, sanatta ve aksiyonda köklü bir dönüşüm geçirmedikçe, gerçekten dirilmiş sayılmaz. Tarihin farklı dönemlerinde, yıkımın eşiğine gelen toplumlar, yeni bir bilinçle uyanarak yeniden inşa sürecine girmişlerdir. Ancak bu diriliş, sadece fiziki yapıların yeniden inşasıyla sınırlı kalmaz; esas olan, zihniyetin, ruhun ve ahlakın yeniden şekillenmesidir.
Bugün, bu bilinçle hareket etme zamanı gelmiştir. Dünya sahnesinde belirsizliklerin arttığı, düşüncenin köreldiği, inancın zayıfladığı, sanatın anlamını yitirdiği ve aksiyonun amaçsızlaştığı bir dönemde, köklü bir silkinişe duyulan ihtiyaç her zamankinden daha fazladır. Diriliş, basit bir yeniden yapılanma değildir; bilakis, geçmişin tortularını temizleyerek, yeni bir anlayışla geleceği inşa etmektir. Şimdi, derin bir sorgulama yaparak, hangi aşamada bulunduğumuzu ve nasıl bir yol izlememiz gerektiğini ortaya koymanın vaktidir.

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 264
Yaşamın en büyük bilmecesi, insanın kendini hangi anlam çerçevesinde var ettiğidir. İnsan, sadece hayatta kalmak için yaşamaz; onun ruhunda, varlığının nedenini keşfetme arzusu vardır. Bu arayış, bazen bir çöl gibi kavurucu ve sert, bazen de bir okyanus gibi derin ve sonsuzdur. Fakat anlam, ne tek bir kaynaktan beslenir ne de herkes için aynı şekilde açığa çıkar. Anlam, bireyin kendi bilinciyle şekillenir, çevresindeki dünyayla etkileşime girerek zenginleşir ve zaman içinde yeni formlara bürünür.
Düşünün ki, bir sabah uyandığınızda her şey anlamsızlaşmış olsun. Bildiğiniz tüm doğrular yıkılmış, inandığınız tüm değerler kaybolmuş, geleceğe dair beslediğiniz umutlar buharlaşmış olsun. İnsan böyle bir boşlukta ne yapar? Çoğu kişi, bir hedefe ulaşmaya odaklanarak yaşadığını düşünse de, gerçek motivasyonun temelinde anlam arayışı yatar. İnsan, yaşamı boyunca anlamı keşfetmeye çalışır, bazen yanlış yollara sapar, bazen de büyük aydınlanmalar yaşar. Bu keşif yolculuğu, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihsel bir süreçtir.

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 238
Derin bir gecenin içinde, gökyüzünde dağılmış yıldızların titreşimi gibi insan zihninin içinde de sayısız düşünce kıvılcımı belirir. Özgürlük, ölüm, yalnızlık ve anlam arayışı… Bunlar sadece felsefi sorular değil, her insanın derinliklerinde hissettiği, bazen kaçtığı, bazen yüzleşmekten korktuğu gerçeklerdir. İnsan, özgürlüğü arzularken aynı zamanda ondan korkar; çünkü özgürlük, bir tercihin ağırlığını omuzlara yükler, sorumluluk getirir ve bilinmezliği beraberinde taşır. Ölüm, varlığın sonu mu yoksa yeni bir başlangıcın habercisi mi? Özgürlük, kurtuluş mu yoksa kayboluş mu? Anlam, insanın kendisinin yarattığı bir illüzyon mu yoksa evrenin özüne kazınmış bir gerçek mi?
Her insan hayatının bir noktasında bu sorularla yüzleşmek zorunda kalır. Çünkü var olmak, kaçınılmaz olarak anlam ve anlamsızlık arasında salınan bir dengeyi korumaya çalışmak demektir. Özgürlüğün verdiği kaygı, yalnızlığın getirdiği sessizlik, ölümün yarattığı bilinmezlik ve anlamın değişkenliği, bireyin zihninde çatışmalar yaratır. Bu çatışmalar, insanı bazen derin bir boşluğa sürükler, bazen de onu yaratıcı bir keşif yolculuğuna çıkarır. İnsan, anlam arayışında ne kadar ileri gidebilir? Özgürlüğü ne kadar taşıyabilir? Ölüm düşüncesiyle nasıl başa çıkabilir?

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 127
Gözlerinizi kapatın ve geniş bir ufka bakıyormuş gibi hayal edin. Gökyüzü alacakaranlıkla sarmalanmış, rengini kaybetmiş, puslu ve gri. Ufuk çizgisinin hemen ardında belirsizce yükselen gökdelenlerin cam yüzeyleri, sanki gözyaşlarıyla ıslanmış gibi ışığı kırık dökük yansıtıyor. Bu kasvetin içinde, koca bir para yığını, üst üste yığılmış banknotlar ve ağır bir sessizlik hüküm sürüyor. Ama tam o sırada, bu durağan tabloya bir figür giriyor. Elinde bir benzin bidonu, diğerinde ise aleve tutulmuş bir yüz dolarlık banknot. Yavaşça, neredeyse törensel bir hareketle, banknotun köşesindeki ilk alevi büyütüyor ve ardından parmak uçları arasındaki kağıt parçası kavrulup küle dönüşene kadar bekliyor.
Görüntü, ekonomik sistemin hem yıkılabilir hem de yakılabilir olduğunu hatırlatıyor. Küresel çarkların, yalnızca üretimden, istihdamdan ve finansal piyasalardan ibaret olmadığını, aynı zamanda bir metaforlar bütünü olduğunu gösteriyor. Para, yalnızca kağıttan bir nesne midir, yoksa ona yüklenen anlamlar ve politik hamleler onu çok daha tehlikeli bir araca mı dönüştürür? Ekonomi, yalnızca rasyonel verilerle mi yönetilir, yoksa bazen irrasyonel kararlar, sıradan bir kağıt parçasını dahi küresel bir çöküşün kıvılcımına mı çevirebilir?

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 144
Uzun ve dar bir koridordan geçerken, yorgun ama bilge bir adamın ağır adımları duyulurdu eski gazete binalarında. Zihninde yankılanan tarihî meseleler, dünyanın dönüşüne yön veren büyük sorulara dönüşürdü. O, bir medeniyetin şafağında duran bir düşünürdü; kelimeleri yalnızca satırlara değil, toplumsal belleğe de kazınırdı. Türkiye de benzer bir düşünsel sürecin tam ortasında duruyor: geçmişin mirasıyla geleceğin inşası arasındaki ince çizgide. Bir zamanlar Osmanlı sokaklarında yankılanan ayak sesleriyle, Cumhuriyet meydanlarında yükselen sesler arasında derin bir bağ var. Peki, bu bağ bizi nereye götürüyor? Türkiye’nin büyük dönüşümünün ekseni ne olmalı? Bir toplum, geçmişiyle yüzleşmeden, geleceğini inşa edebilir mi?
Şehirler, toplumların en büyük aynalarıdır. İstanbul’un dar sokakları, Ankara’nın geniş bulvarları, İzmir’in deniz kokan meydanları sadece taş ve betondan ibaret değil. Her biri, bir milletin tarihini ve geleceğe dair umutlarını içinde barındırır. Ancak bu şehirlerin hafızası ne kadar korunuyor, ne kadar geleceğe aktarılıyor? Tarihin yüküyle yoğrulmuş binaların arasından yükselen gökdelenler, modernleşmenin mi, yoksa hafıza kaybının mı simgesi? Kadim medeniyetlerin izlerini taşıyan Anadolu topraklarında, şehirlerin ruhunu koruyarak mı ilerliyoruz, yoksa onları geri dönülmez şekilde dönüştürerek mi? İstanbul’un silüeti, Topkapı Sarayı’nın kubbelerinden ziyade devasa plaza camlarında mı yansıyor artık? Eğer öyleyse, bu değişimin getirdiği kimlik kaybı, toplumsal ruhumuza nasıl etki ediyor?

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 66
Zil çaldığında koridorlarda yankılanan seslerin, öğrencilerin neşeli kahkahalarına karıştığı günleri hatırlayanların sayısı giderek azalıyor. Artık sınıfların kapısı açıldığında, içeriye yayılan sessizlik, eski zamanlardan kalma bir hayalet gibi dolaşıyor. Kafalar öne eğik, parmaklar ekrana dokunuyor, gözler sanal dünyaların içine gömülüyor. Kimi bilgi arıyor, kimi sosyal medyada kayboluyor, kimi de varlığını hissettirmek için dijital dünyaya dokunuyor. Ancak bir şey eksik: Gerçek insan teması, yüz yüze bakmanın, yan yana olmanın getirdiği samimiyet ve anlık duyguların doğallığı. Bu dönüşüm, yalnızca pedagojik bir mesele olmanın ötesinde, insanın ruhunu şekillendiren, karakterini belirleyen, varoluşunu anlamlandıran bir değişim olarak ele alınmalı. Eğitim sistemleri yalnızca bilgi aktarımı yapan mekanizmalar değil, aynı zamanda bireyin zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimini besleyen ekosistemlerdir. Akıllı telefonların bu ekosistemlerdeki yeri sorgulandığında, mesele yalnızca öğrencilerin derslere odaklanması değil, daha derin bir varoluş krizine işaret eden bir dönüşüm meselesidir.
Modern çağın bireyi, iletişimin yalnızca kelimelerden ibaret olmadığını bilir, ancak yine de kelimeleri ekrandan almayı tercih eder. Göz göze gelmenin, birini doğrudan dinlemenin, beden dilinin ve tonlamaların taşıdığı anlamları kaybetmeye başladığında, birey yalnızca akademik olarak değil, duygusal olarak da eksilmeye başlar. Sosyal medya ile sürekli bağlantıda olmak, yalnızlık hissini artırırken, ironik bir şekilde bireyi daha da izole eder. Özgüvenin, aidiyetin ve kimlik inşasının ergenlik döneminde biçimlendiği düşünüldüğünde, bu izolasyonun uzun vadeli etkileri göz ardı edilemez.