Ruzname

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 57
İnsanlık tarihi, kâğıtlara ve taşlara yazılmış bir anlatı değildir yalnızca; o, kemiklerin, genlerin ve hücrelerin en derin katmanlarına işlenmiş bir mirastır. DNA, insanın göç yollarını, savaşlarını, sevgilerini, ihanetlerini ve hayatta kalma mücadelesini sessiz bir anlatıcı gibi saklar. Geçmişin sessiz tanığı olarak varlığını sürdüren bu biyolojik kod, yalnızca bireyin değil, tüm insanlığın ortak belleğinin bir yansımasıdır. Modern bilim, bu kodları çözerek insanın geçmişine, unutulmuş hikâyelerine ve medeniyetlerin kökenlerine ulaşmaya çalışıyor. Ancak, her keşif yeni bir gizem doğuruyor; her bulunan iskelet, yalnızca bir ölü değil, aynı zamanda yaşanmış bir hayatın kanıtı oluyor.
Zamanın içinde gömülü kalmış kemiklerden çıkarılan DNA, insanın sadece biyolojik evrimini değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal evrimini de gözler önüne seriyor. İnsanın tarih boyunca yaşadığı göçler, savaşlar ve ittifaklar, genetik veriler aracılığıyla yeniden canlanıyor. Uzak atalarımızın birbirleriyle nasıl etkileşim kurdukları, kimlerle çiftleştikleri, hangi coğrafyalarda yaşadıkları ve nasıl yok oldukları artık laboratuvarlarda ortaya çıkıyor. Bu yeni bilgiler, geleneksel tarih anlatılarımızı sarsıyor, toplumsal yapılarımıza dair köklü kabullerimizi sorgulamamıza neden oluyor. İnsan topluluklarının ataerkil mi yoksa anaerkil mi olduğu, göçlerin ve fetihlerin toplumsal düzeni nasıl şekillendirdiği gibi sorulara biyolojinin diliyle yanıt veriliyor.
Ancak insanın genetik haritasını çözmek, sadece bilimsel bir mesele değil, aynı zamanda varoluşsal bir yolculuktur. DNA dizilimlerimizde saklı olan öyküler, kim olduğumuza, nereden geldiğimize ve hangi yolları takip ettiğimize dair derin sorulara kapı aralar. Bu sorular, yalnızca geçmişe dair değildir; aynı zamanda geleceğimizi nasıl şekillendireceğimizle de ilgilidir. Çünkü DNA yalnızca bir hafıza deposu değil, aynı zamanda insanlık macerasının yönünü belirleyen bir pusuladır.

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 80
Zamanın rüzgarı, yüzümüzde derin çizgiler bırakırken, bizler hâlâ geçmişin enkazında bir gelecek inşa etmeye çalışıyoruz. Her çağın kendine ait bir ruhu vardır; kimisi fetihlerle, kimisi yıkımlarla, kimisi de sessiz bir umutsuzlukla hatırlanır. Biz, içinde bulunduğumuz çağda hangi ruhun hâkim olduğunu gerçekten biliyor muyuz? Birbirine karışan sesler, sürekli değişen sınırlar, güç savaşları ve unutulmuş insani değerler... Dünya, bir satranç tahtası gibi, büyük oyuncuların ellerinde hareket eden piyonlardan ibaret mi, yoksa içinde yaşadığımız toplumlar kendi kaderini belirleyebilecek iradeye sahip mi?
Bu soruların cevabını bulmaya çalışırken, bazen kayboluyoruz. Çünkü modern çağ, hakikati parçalara ayırarak bize sunuyor. Bir haber başlığı, bir diplomatik görüşme, bir ekonomik kriz ya da bir savaşın gölgesinde sıkışmış insanlar… Bunların her biri, gerçeğin yalnızca bir parçası. Peki, bütünü görebilmek mümkün mü? Yoksa çağımızın laneti, her şeyin iç içe geçtiği ama hiçbir şeyin tam olarak anlaşılamadığı bir karmaşa mı?
Güçlü liderler sahneye çıkıyor, büyük laflar ediliyor, koca koca devletler bir araya geliyor. Peki, bu buluşmaların, zirvelerin, müzakerelerin, savaşların ve barışların ortak noktası nedir? İnsanlık adına gerçekten ileriye doğru atılmış bir adım mı, yoksa yalnızca yeni bir statükonun inşası mı? Dünyanın en güçlü ülkeleri, en büyük silahlara sahip olanlar mı, yoksa en derin köklere sahip olanlar mı? Tarih, hep güçlülerin yazdığı bir destan mı, yoksa sessizlerin içinde saklı bir fısıltı mı?
Devamını oku: Kayıp Zamanın Ağırlığı Ve Dünyanın Yüzündeki Çizgiler

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 78
Şehir ışıkları, kalpleriyle yarışan kırmızı vitrin süsleri, çiçekçilerin raflarında birbiriyle yarışan güller, laleler, karanfiller... Aşkın bir günü olabilir mi? O güne sığdırılabilir mi? İnsan yüzyıllardır bu sorunun etrafında dolanıyor. Aşkın, gökyüzüne yükselen bir balon mu yoksa eninde sonunda patlamaya mahkûm bir sabun köpüğü mü olduğu tartışılıyor. Aziz Valentine’in hikâyesi, dinî bir özveri mi, yoksa pazarlamanın ustaca bir manipülasyonu mu?
İnsanlar romantizmi ya coşkuyla kutluyor ya da tüketim kültürüne esir edilmesinden şikâyet ediyor. Oysa aşk, insan doğasının en derin, en çelişkili duygularından biri. Hem yaratıcı hem yıkıcı, hem umut dolu hem trajik... Tıpkı filmlerde olduğu gibi; bazen mutlu sonla, bazen iç burkan bir hüzünle bitiyor.
Ama gerçekte aşkı en saf hâliyle yaşayan kim? Bir restoranda sevgilisine diz çöküp tektaş uzatan adam mı, yoksa yıllarca unutamadığı bir yüzü sokakta bir anlığına gördüğünde göğsü sıkışan kişi mi? Bir kalp, aşkı en çok hangi anında hisseder?

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 189
Bir medeniyet, yalnızca binalardan, sanayi tesislerinden, teknolojik icatlardan ibaret değildir. Bunlar, onu ayakta tutan omurgalardır ama ruhunu besleyen şey düşünce, sanat, felsefe ve değerlerdir. Bugün, teknoloji ve savunma sanayisinde büyük ilerlemeler kaydeden Türkiye, kendi bağımsızlığını ve gücünü tahkim ederken bir soruyla yüzleşmek zorundadır: Bütün bu maddi kazanımların arkasında nasıl bir fikri ve manevi temel var? Eğer bir millet, sadece savaş meydanlarında, üretim bantlarında veya yazılım laboratuvarlarında değil, aynı zamanda düşünce dünyasında da zafer kazanamazsa, medeniyet tasavvuru tamamlanmamış demektir.
Tarih, bizlere bir şey öğretiyor: Medeniyetler, yalnızca fiziksel güçleriyle değil, inşa ettikleri düşünce sistemleriyle ayakta kalır. Selçuklu’nun altın çağında, Melikşah, Nizamülmülk ve Gazali’nin birlikte kurduğu sistem, sadece devletin askeri gücünü değil, entelektüel derinliğini de inşa etmişti. Melikşah, Selçuklu’yu genişleten kurucu, Nizamülmülk, devleti sağlam bir sistem üzerine oturtan konumlandırıcı, Gazali ise onun manevi ve düşünsel yapısını kuran koruyucu olmuştu. Bugün Türkiye’nin de önünde benzer bir meydan okuma var: Savunma sanayisini ve teknolojiyi inşa eden liderler kadar, bunların arkasındaki fikri dünyayı inşa eden entelektüel önderlere de ihtiyaç var.
Devamını oku: Medeniyetin Kökleri ve Geleceğin İnşası: Bir Uyanış Çağrısı

- Ayrıntılar
- Yazan: nurigur
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 96
Bilginin ve Medeniyetin İzinde
Bu blog, bir fikrin, bir inancın, bir medeniyet tasavvurunun sesi olmak için var. Burada sıradanlığın ötesinde, hakikatin izini süren, geçmişten ilham alarak geleceği inşa etmeye kararlı bir anlayış hakim.
Okumak, düşünmek ve üretmek… Bunlar bir toplumun yükselişinin anahtarıdır. Tarih, büyük medeniyetlerin ancak güçlü bir ilim, kültür ve bilinç temelinde yükseldiğini defalarca kanıtladı. Bugün, bu mirası yeniden inşa etmenin vakti. Sadece izleyici değil, aktör olmanın; sadece tüketici değil, üretici olmanın zamanıdır.
Bu platform, derinlemesine analizlerin, güçlü fikirlerin ve kararlılıkla savunulan bir medeniyet idealinin buluşma noktası olacak. Burada, geçmişin köklerinden güç alarak geleceğe yön veren düşünceler konuşulacak. Söz, artık bilginin ve hakikatin peşinde koşanlarındır.
Çünkü inanıyoruz ki: Zafer, inananlarındır!

- Ayrıntılar
- Yazan: nurigur
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 112
Tarih, sadece geçmişin tozlu raflarına hapsedilmiş olaylar zinciri değildir. O, her bireyin ve her toplumun kimliğini şekillendiren bir kudrettir. Pasif nihilizm içinde yaşayanlar ise bu kudretin farkında olmayan, tarihin ağında sürüklenen mankurtlardır. Pasif nihilizm, hayatın anlamsızlığına teslim olmuş, iradeyi ve eylemi terk etmiş bir zihin halidir. Bu tür bireyler ve toplumlar, yalnızca bir izleyici, hatta bir gölge gibidirler. Ne kendilerini ne de içinde yaşadıkları zamanı anlamlandırmaya çalışırlar. Nihilizmin bu pasif formu, onları “canlı cenazeler” haline getirir; dışarıdan bakıldığında varmış gibi görünürler ama içlerinde herhangi bir kıpırdanış, bir uyanış yoktur. Zamanın içinde bir yaprak gibi savrulurlar, tarihin öznesi olmaktan çok, nesnesi haline gelirler.
Bu duruma düşenler, tarihin farkında olmayan ve onu yazmayı bile akıllarına getirmeyenlerdir. Oysa ki, tarihi yazmak, onu yapmanın en temel adımıdır. Bir toplum kendi tarihini yazmadığı sürece, kendine ait bir irade ortaya koyamaz. Çünkü tarih bilinci, bir toplumu harekete geçiren, ona yön veren güçtür. “Tarihi yazamazsanız, tarihi asla yapamazsınız!” ifadesi, bu gerçeğin en yalın şekilde dile getirildiği cümledir. Tarihi yapmanın yolu, onu tanımaktan ve onu yazmaktan geçer. Tanımadan, öğrenmeden ve kaydetmeden tarih yazılamaz; tarih yazılmadığında ise geçmişin derinliklerinde kaybolmaya mahkum olunur.
- Yazar Hakkında: Tarih bilinci, kimlik inşası ve kültürel bağımsızlık konularına odaklanarak, bireylerin ve toplumların pasif nihilizmden kurtulup kendi geleceklerini inşa etmeleri gerektiğini vurguluyorum. Tarihi yazma ve yapma iradesini ön plana çıkararak, geçmişin bilinçli bir şekilde ele alınmasının, özgürlük ve bağımsızlık için zorunlu olduğuna inanıyorum.

- Ayrıntılar
- Yazan: nurigur
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 80
Türk milletinin tarih sahnesinde üstlendiği rol, yalnızca bir coğrafya üzerinde kurulan devletlerin sınırlarıyla sınırlı değildir. Yüzyıllar boyunca Türkler, İslam’ın bayraktarlığını yapmış ve bu bayraktarlık, hem medeniyet kurma gücünü hem de kendi varoluşlarını anlamlandırma çabasını beraberinde getirmiştir. Ancak bugün, tarih sahnesinde bu misyonun yeniden ele alınması, sadece geçmiş bir rolü hatırlamaktan ziyade geleceğe dair derin bir iradenin ortaya konması anlamına gelmektedir. Türkler, ya yeniden İslam’ın bayraktarlığını üstlenecek ya da tarih sahnesinden silinme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
İslam’ın bayraktarlığı, salt dinî bir misyon olarak anlaşılmamalıdır. Bu, aynı zamanda ahlaki, kültürel ve toplumsal bir yükümlülüktür. Türk milleti, tarihin kritik dönemlerinde İslam’ın ahlaki değerlerini savunmuş ve bu değerleri yeryüzünde yaşatma çabasıyla hareket etmiştir. Ancak modern dünyanın karmaşası içinde, kültürel emperyalizm adı verilen yeni bir düşmanla karşı karşıya gelmiştir. Bu emperyalizm, toprakları işgal etmeden zihinleri ele geçirme stratejisini güder. Kültürel emperyalizm, yalnızca fiziksel bir işgal değil; aksine, milletlerin kendi köklerinden koparılmasını, kimliklerinin silinmesini ve başka bir kültürün tahakkümü altına girmesini hedefler.
Bugün, Türk milleti bu kültürel emperyalizmin baskısı altındadır. Batı medeniyetinin sunduğu değerler, özgürlük, bireysellik ve tüketim kültürü olarak sunulsa da, derinlerde yatan gerçek, milletlerin köklerinden koparılmasıdır. Zihinlerimize vurulan pagan prangaları, bizi tarihimizden ve değerlerimizden uzaklaştırma amacı taşır. Bu prangalar, yalnızca birer kültürel simge değil, aynı zamanda milletimizin varoluşunu tehdit eden zincirlerdir. Ancak bu zincirleri kırmak bizim elimizdedir. Zihnimize geçirilen prangaları teker teker kırarak, kendi irademizi yeniden ortaya koymak zorundayız.

- Ayrıntılar
- Yazan: nurigur
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 76
Filistin toprakları, tarih boyunca zulüm ve direnişin kesişim noktası olmuştur. Üzerine çöken karanlığı defetmeye çalışan insanlık onuru, bu topraklarda her gün yeniden doğar. Direniş, yalnızca bir toprak kavgası değildir; çok daha derin bir anlam taşır. Bu toprakların her karışı, insanlık tarihinin en kanlı, en haksız zulümlerinden birine tanıklık ederken, aynı zamanda en asil direniş örneklerini de barındırır.
Zulüm, çoğu zaman mekanik ve duygusuz bir güçle kendini gösterir. Tıpkı İsrail’in Filistin halkına dayattığı askeri işgal, ambargolar, bombalamalar ve yıkımlar gibi. Ancak zulmün karşısında her zaman bir karşı koyuş vardır. Bir annenin gözyaşlarıyla sulanan topraklar, bir çocuğun öfkesiyle yeniden şekillenir. Direniş, işte bu noktada başlar; zulmün, acının ve kaybın olduğu her yerde direnişin tohumları atılır. Bu toprakların sessizce kabullenmeyeceği en önemli şey, onursuzca teslim olmaktır.
Ayşenur Ezgi Eygi gibi aktivistler, işte bu direnişin modern yüzlerindendir. Onların yaşamları, zulmün ortasında insan onurunu haykıran birer meşale gibidir. Eygi, Gazze’deki zulmü yerinde gözlemlemek, duyurmak ve dünyaya Filistin halkının çığlıklarını ulaştırmak için gittiği bu kutsal topraklarda, siyonist bir kurşunla başından vurularak şehit edildi. Onun şehadeti, yalnızca bir bireyin hayatının son bulması değildir; zulmün karanlığında yanan bir meşaledir. O meşale, binlerce insanın yüreğinde yeniden alevlenir, yeniden doğar. Şehadet, direnişin en yüksek mertebesidir; çünkü kişi, hayatından vazgeçerek adaletin, özgürlüğün ve insanlık onurunun sonsuz mücadelesine katılır.