
- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
Şehir ışıkları, kalpleriyle yarışan kırmızı vitrin süsleri, çiçekçilerin raflarında birbiriyle yarışan güller, laleler, karanfiller... Aşkın bir günü olabilir mi? O güne sığdırılabilir mi? İnsan yüzyıllardır bu sorunun etrafında dolanıyor. Aşkın, gökyüzüne yükselen bir balon mu yoksa eninde sonunda patlamaya mahkûm bir sabun köpüğü mü olduğu tartışılıyor. Aziz Valentine’in hikâyesi, dinî bir özveri mi, yoksa pazarlamanın ustaca bir manipülasyonu mu?
İnsanlar romantizmi ya coşkuyla kutluyor ya da tüketim kültürüne esir edilmesinden şikâyet ediyor. Oysa aşk, insan doğasının en derin, en çelişkili duygularından biri. Hem yaratıcı hem yıkıcı, hem umut dolu hem trajik... Tıpkı filmlerde olduğu gibi; bazen mutlu sonla, bazen iç burkan bir hüzünle bitiyor.
Ama gerçekte aşkı en saf hâliyle yaşayan kim? Bir restoranda sevgilisine diz çöküp tektaş uzatan adam mı, yoksa yıllarca unutamadığı bir yüzü sokakta bir anlığına gördüğünde göğsü sıkışan kişi mi? Bir kalp, aşkı en çok hangi anında hisseder?

- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
Bir medeniyet, yalnızca binalardan, sanayi tesislerinden, teknolojik icatlardan ibaret değildir. Bunlar, onu ayakta tutan omurgalardır ama ruhunu besleyen şey düşünce, sanat, felsefe ve değerlerdir. Bugün, teknoloji ve savunma sanayisinde büyük ilerlemeler kaydeden Türkiye, kendi bağımsızlığını ve gücünü tahkim ederken bir soruyla yüzleşmek zorundadır: Bütün bu maddi kazanımların arkasında nasıl bir fikri ve manevi temel var? Eğer bir millet, sadece savaş meydanlarında, üretim bantlarında veya yazılım laboratuvarlarında değil, aynı zamanda düşünce dünyasında da zafer kazanamazsa, medeniyet tasavvuru tamamlanmamış demektir.
Tarih, bizlere bir şey öğretiyor: Medeniyetler, yalnızca fiziksel güçleriyle değil, inşa ettikleri düşünce sistemleriyle ayakta kalır. Selçuklu’nun altın çağında, Melikşah, Nizamülmülk ve Gazali’nin birlikte kurduğu sistem, sadece devletin askeri gücünü değil, entelektüel derinliğini de inşa etmişti. Melikşah, Selçuklu’yu genişleten kurucu, Nizamülmülk, devleti sağlam bir sistem üzerine oturtan konumlandırıcı, Gazali ise onun manevi ve düşünsel yapısını kuran koruyucu olmuştu. Bugün Türkiye’nin de önünde benzer bir meydan okuma var: Savunma sanayisini ve teknolojiyi inşa eden liderler kadar, bunların arkasındaki fikri dünyayı inşa eden entelektüel önderlere de ihtiyaç var.
Devamını oku: Medeniyetin Kökleri ve Geleceğin İnşası: Bir Uyanış Çağrısı

- Ayrıntılar
- Yazan: nurigur
Filistin toprakları, tarih boyunca zulüm ve direnişin kesişim noktası olmuştur. Üzerine çöken karanlığı defetmeye çalışan insanlık onuru, bu topraklarda her gün yeniden doğar. Direniş, yalnızca bir toprak kavgası değildir; çok daha derin bir anlam taşır. Bu toprakların her karışı, insanlık tarihinin en kanlı, en haksız zulümlerinden birine tanıklık ederken, aynı zamanda en asil direniş örneklerini de barındırır.
Zulüm, çoğu zaman mekanik ve duygusuz bir güçle kendini gösterir. Tıpkı İsrail’in Filistin halkına dayattığı askeri işgal, ambargolar, bombalamalar ve yıkımlar gibi. Ancak zulmün karşısında her zaman bir karşı koyuş vardır. Bir annenin gözyaşlarıyla sulanan topraklar, bir çocuğun öfkesiyle yeniden şekillenir. Direniş, işte bu noktada başlar; zulmün, acının ve kaybın olduğu her yerde direnişin tohumları atılır. Bu toprakların sessizce kabullenmeyeceği en önemli şey, onursuzca teslim olmaktır.
Ayşenur Ezgi Eygi gibi aktivistler, işte bu direnişin modern yüzlerindendir. Onların yaşamları, zulmün ortasında insan onurunu haykıran birer meşale gibidir. Eygi, Gazze’deki zulmü yerinde gözlemlemek, duyurmak ve dünyaya Filistin halkının çığlıklarını ulaştırmak için gittiği bu kutsal topraklarda, siyonist bir kurşunla başından vurularak şehit edildi. Onun şehadeti, yalnızca bir bireyin hayatının son bulması değildir; zulmün karanlığında yanan bir meşaledir. O meşale, binlerce insanın yüreğinde yeniden alevlenir, yeniden doğar. Şehadet, direnişin en yüksek mertebesidir; çünkü kişi, hayatından vazgeçerek adaletin, özgürlüğün ve insanlık onurunun sonsuz mücadelesine katılır.