
Bütün başlangıçlar, sonsuz bir boşluğun içinde yankılanan sessiz bir çığlıktır; gök ile yerin birbirine dokunmadığı, sadece varlığın ihtimal olarak süzüldüğü, zamanın bile kendisini bilmediği o ilk anlarda. İnsanlık, bu boşluktan çıkarken ayaklarının altında sertleşen toprağı hissetti, yüzünü yıkayan suyun serinliğini fark etti, ateşin içini ısıtan kudretini tanıdı ve rüzgârın onu sürükleyebileceği yerleri düşündü. Bu dört unsur, insanın yolculuğunun haritasını çizdi ve her bir çağ, bu haritanın bir köşesine derin bir iz bıraktı. Ancak, gerçek mesele, insanın nereden gelip nereye gittiği değil, geçtiği yolların ona ne öğrettiğidir. Zira her uygarlık, kendi kıyametini kendi elleriyle hazırlar ve küllerinden yeniden doğmayı ancak düşmemeyi öğrendiği zaman başarır.
Yeryüzü, ilk günahın yaslandığı bir sırt gibi, insanı sonsuz bir sürgüne yolladı. Bu sürgün, sadece bir mekândan diğerine değil, insanın kendi içindeki en derin korkulara doğru da bir yolculuktu. Toprak, insanın bağlandığı, kök saldığı, üzerinde yükseldiği ilk maddeydi. Toprak, düşüşün ve aynı zamanda yükselişin de başlangıcıydı. İnsan, toprağa kök saldıkça bilgeliğini artırdı, suya dokundukça yolunu çizdi, ateşe hükmettikçe gücünü tanıdı ve rüzgârla birlikte bilinmezliklere savruldukça keşfetmeyi öğrendi. Ancak, bu keşiflerin içinde kaybolan, yönünü bulan, kendisini unutan ve yeniden hatırlayan hep aynı varlıktı: İnsan.

İnsan, akıl ve ruh arasında gidip gelen bir varlıktır. Bir yanda sınırsız ihtirasları, arzuları, dünyayı şekillendirme ve onu kendi hâkimiyetine alma isteği; diğer yanda hakikatin sükûneti, aşkın ve hikmetin çağrısı vardır. İşte bu iki kutup arasında, varoluşunun anlamını arayan insan, bazen yücelerin doruğuna çıkarken bazen de benliğinin zindanlarına hapsolur. Bu, yalnızca ferdi bir serüven değil, insanlık tarihinin de temel çatışmasıdır. Hakikatin peşine düşen her ruh, hem iç hem de dış dünyada bir savaş vermek zorundadır. Bu savaş, yalnızca maddi dünyaya karşı değil, insanın kendi zaaflarına, korkularına, tembelliğine, teslimiyetine karşı da verilir. Ve bu savaşta kazananlar, yalnızca kılıçlarını keskinleştirenler değil, ruhlarını da diriltmeyi başaranlardır.
Gerçek bir diriliş, geçmişin hatalarından ders almayı, geleceğin ihtişamını inşa etmeyi gerektirir. Ancak bu inşa süreci, basit bir mekân değiştirmek ya da fiziki şartları iyileştirmek değildir. Aksine, her insanın ruhunda başlayan bir devrimdir. Kendi benliğini yıkıp yeniden kurmayan, alışkanlıklarının esiri olmaktan kurtulamayan, öfkesini, heveslerini ve hırslarını dizginleyemeyen bir toplum, asla gerçek anlamda dirilemez. Bu yüzden diriliş, içten dışa, insandan topluma, ruhtan maddeye doğru uzanan bir harekettir. Bu hareket, sabır gerektirir. Çünkü her büyük değişim, sancılarla doğar. Ve bu sancıyı çekenler, onun değerini bilirler.

Bilinç, kendi ağırlığını taşımakta zorlanan bir yük gibi zihnimizde yankılanırken, insanın içine düştüğü bunalım, kendi gerçekliğiyle hesaplaşamamanın cezası olarak derinleşir. Her çağın kendine has krizleri, hakikatin sisler arasında kaybolmasına sebep olurken, insan zihni sürekli olarak bu sis perdesini aralamaya çalışır. Fakat bazen, hakikatin aydınlığı gözleri kamaştıracak kadar şiddetli olduğunda, insanlar gerçeğin karşısında gözlerini kapamayı tercih ederler.
Bunalımın kaynağı yalnızca insanın iç dünyasında mı saklıdır, yoksa dış dünyada kurulan sahte gerçeklikler mi insanı iç dünyasında bir çöküşe sürükler? İnsanlık tarihi boyunca o, anlam arayışında sürekli olarak bir çatışmanın içine düşmüştür. Bu çatışma, ruhun en derinlerinde yankılanan bir savaşın tezahürü gibidir.