
Gözlerinizi kapatın ve geniş bir ufka bakıyormuş gibi hayal edin. Gökyüzü alacakaranlıkla sarmalanmış, rengini kaybetmiş, puslu ve gri. Ufuk çizgisinin hemen ardında belirsizce yükselen gökdelenlerin cam yüzeyleri, sanki gözyaşlarıyla ıslanmış gibi ışığı kırık dökük yansıtıyor. Bu kasvetin içinde, koca bir para yığını, üst üste yığılmış banknotlar ve ağır bir sessizlik hüküm sürüyor. Ama tam o sırada, bu durağan tabloya bir figür giriyor. Elinde bir benzin bidonu, diğerinde ise aleve tutulmuş bir yüz dolarlık banknot. Yavaşça, neredeyse törensel bir hareketle, banknotun köşesindeki ilk alevi büyütüyor ve ardından parmak uçları arasındaki kağıt parçası kavrulup küle dönüşene kadar bekliyor.
Görüntü, ekonomik sistemin hem yıkılabilir hem de yakılabilir olduğunu hatırlatıyor. Küresel çarkların, yalnızca üretimden, istihdamdan ve finansal piyasalardan ibaret olmadığını, aynı zamanda bir metaforlar bütünü olduğunu gösteriyor. Para, yalnızca kağıttan bir nesne midir, yoksa ona yüklenen anlamlar ve politik hamleler onu çok daha tehlikeli bir araca mı dönüştürür? Ekonomi, yalnızca rasyonel verilerle mi yönetilir, yoksa bazen irrasyonel kararlar, sıradan bir kağıt parçasını dahi küresel bir çöküşün kıvılcımına mı çevirebilir?

Uzun ve dar bir koridordan geçerken, yorgun ama bilge bir adamın ağır adımları duyulurdu eski gazete binalarında. Zihninde yankılanan tarihî meseleler, dünyanın dönüşüne yön veren büyük sorulara dönüşürdü. O, bir medeniyetin şafağında duran bir düşünürdü; kelimeleri yalnızca satırlara değil, toplumsal belleğe de kazınırdı. Türkiye de benzer bir düşünsel sürecin tam ortasında duruyor: geçmişin mirasıyla geleceğin inşası arasındaki ince çizgide. Bir zamanlar Osmanlı sokaklarında yankılanan ayak sesleriyle, Cumhuriyet meydanlarında yükselen sesler arasında derin bir bağ var. Peki, bu bağ bizi nereye götürüyor? Türkiye’nin büyük dönüşümünün ekseni ne olmalı? Bir toplum, geçmişiyle yüzleşmeden, geleceğini inşa edebilir mi?
Şehirler, toplumların en büyük aynalarıdır. İstanbul’un dar sokakları, Ankara’nın geniş bulvarları, İzmir’in deniz kokan meydanları sadece taş ve betondan ibaret değil. Her biri, bir milletin tarihini ve geleceğe dair umutlarını içinde barındırır. Ancak bu şehirlerin hafızası ne kadar korunuyor, ne kadar geleceğe aktarılıyor? Tarihin yüküyle yoğrulmuş binaların arasından yükselen gökdelenler, modernleşmenin mi, yoksa hafıza kaybının mı simgesi? Kadim medeniyetlerin izlerini taşıyan Anadolu topraklarında, şehirlerin ruhunu koruyarak mı ilerliyoruz, yoksa onları geri dönülmez şekilde dönüştürerek mi? İstanbul’un silüeti, Topkapı Sarayı’nın kubbelerinden ziyade devasa plaza camlarında mı yansıyor artık? Eğer öyleyse, bu değişimin getirdiği kimlik kaybı, toplumsal ruhumuza nasıl etki ediyor?

Zil çaldığında koridorlarda yankılanan seslerin, öğrencilerin neşeli kahkahalarına karıştığı günleri hatırlayanların sayısı giderek azalıyor. Artık sınıfların kapısı açıldığında, içeriye yayılan sessizlik, eski zamanlardan kalma bir hayalet gibi dolaşıyor. Kafalar öne eğik, parmaklar ekrana dokunuyor, gözler sanal dünyaların içine gömülüyor. Kimi bilgi arıyor, kimi sosyal medyada kayboluyor, kimi de varlığını hissettirmek için dijital dünyaya dokunuyor. Ancak bir şey eksik: Gerçek insan teması, yüz yüze bakmanın, yan yana olmanın getirdiği samimiyet ve anlık duyguların doğallığı. Bu dönüşüm, yalnızca pedagojik bir mesele olmanın ötesinde, insanın ruhunu şekillendiren, karakterini belirleyen, varoluşunu anlamlandıran bir değişim olarak ele alınmalı. Eğitim sistemleri yalnızca bilgi aktarımı yapan mekanizmalar değil, aynı zamanda bireyin zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimini besleyen ekosistemlerdir. Akıllı telefonların bu ekosistemlerdeki yeri sorgulandığında, mesele yalnızca öğrencilerin derslere odaklanması değil, daha derin bir varoluş krizine işaret eden bir dönüşüm meselesidir.
Modern çağın bireyi, iletişimin yalnızca kelimelerden ibaret olmadığını bilir, ancak yine de kelimeleri ekrandan almayı tercih eder. Göz göze gelmenin, birini doğrudan dinlemenin, beden dilinin ve tonlamaların taşıdığı anlamları kaybetmeye başladığında, birey yalnızca akademik olarak değil, duygusal olarak da eksilmeye başlar. Sosyal medya ile sürekli bağlantıda olmak, yalnızlık hissini artırırken, ironik bir şekilde bireyi daha da izole eder. Özgüvenin, aidiyetin ve kimlik inşasının ergenlik döneminde biçimlendiği düşünüldüğünde, bu izolasyonun uzun vadeli etkileri göz ardı edilemez.